de açılmışa benziyordu.
“Yeter, vakitsiz ağlayıp uğursuzluk çağırmayayım.” diyerek ağladığı için morali bozuldu. İpek cepkeninin iç cebinden ipek mendilini çıkarıp gözünü, gözyaşlarının ıslattığı yüzünü sildi.
Yerinden yavaşça kalktı, hareketsizlikten uyuşan ayaklarını hareket ettirdi. Odanın başköşesindeki aynaya doğru yürüdü. Çoktan beri aynaya da bakmamıştı. Yüzü bembeyaz olmuştu, sanki kanı çekilmiş, rengi solmuştu. Masumca bakan büyük kara gözlerinin derinlerinde kaygı doluydu. Üzgündü, gözlerinin altı morarmıştı. Araları açık, kalem gibi kaşları geniş alnına ayrıca bir güzellik katıyordu. Kalkık burnu, kızarıp olgunlaşan kiraz gibi dolgun dudağı, yusyuvarlak sevimli çenesi, kuğu gibi zarif boynu bugün ona hiç mutluluk vermiyordu. “Bu, baht olarak verilen güzellik miydi yoksa bir talihsize verilen güzellik miydi?” Bunu düşününce boğazında yine hıçkırıklar düğümlenir gibi oldu. Ağlamaklı olan gönlünü sakinleştirmek için kendisini zorladı. Aynanın önünden hemen ayrılıp geniş odanın içinde gezmeye başladı. Dik durdu, başını kaldırdı, sanki bir köşeden öbür köşeye koşmayı hedefleyen biri gibi odayı adımlıyordu. İpek elbisesinin fırfırlı eteği yerde sürünüyor, sanki havada uçuşuyordu. İncecik belli, güzel vücutlu eşsiz görünüşlü bu genç kadın, engin İbir-Sibir ülkesinin hükümdarı Küçüm Han’ın küçük hanımı idi. Bu zaman, düşmanın saldırdığı, ülke sınırlarının tehlikede olduğu bir zamandı. Süzge’nin ağzının tadı kalmamıştı. Gündüz gülüşünden, gece uykusundan olduğu bir zamandı. “Sonu hayır olsun! Tek Han’ım sağ olsun!”
Süzge ne kadar iyi şeyler düşüneyim diyorsa da geleceği karanlıktı. Yarın ne olacağını kestiremiyordu. Belki bu sebeple aklı geleceği değil, geçmiş günlerin gönlünde bıraktığı sıcak hatıralarını düşünmeye meyilliydi.
“Bu sarayı Han hazretleri onun için yaptırmıştı. Tanrı, sarayının hayrını uzun süre görmeyi nasip etsin!” dileğinde bulundu.
“Asi hayvanı dizginleyen kementtir; uzağı akraba edecek olan ise dünürlüktür.” denildiği gibi, eski bozkır geleneğine göre Küçüm Han Sarı Arka’nın meşhur asilzadesi, yedi göbekten beri idareyi elinde tutan sultanlardan biri Süyindik’in küçük kızı, Süzge Sultan ile nişanlanıp düğün yapmıştı. Elbette, han sülalesine kız vermek de onlardan kız almak da büyük onurdu. O zaman Süzge hem korkarak hem de endişelenerek hiçbir şeyin farkına varamamıştı. Bir kız için baba evinden itibarla uğurlanmak murat olsa da nereye, kime hanım gittiğini tam olarak anlayamamıştı. Han’ının yüzünü nikâhı kıyıldıktan sonra gördü. O zaman da uzun bir süre yüzüne bakmaya cesaret edememişti. Süzge’ye bir an merhametle bakan yalnızca o iki gözü gönlüne sıcaklık verdi, bu iki göz göreceği iyilikten ümidini kestirmiyordu.
Esil boyundaki geniş bozkırda hür dolaşan, binlerce yılkı besleyen meşhur zengin açısından, başka insanlardan üstün olmak için İbir-Sibir yurdunun hanına dünür olmak ne kadar önemli bir mertebe ise uçsuz bucaksız ulu bozkıra sırtını dayamak için hana da bu akrabalık o kadar faydalı olmuşa benziyordu. Kızın hemen kocasının yurduna uğurlanması da bu sebeple hızlı oldu. Kıymetli çeyizini birkaç deveye yükleyip halkı Süzge Hanım’ı anlı şanlı bir şekilde uğurlamıştı. Bütün bunların altında yatan sırrı Süz-ge, han sarayına iyice alıştığında, idarenin tatlı, kumalığın acı tadını tattığında anlamıştı.
Yazın yaylada, güzün kışlakta geniş sahrada rüzgârla yarışıp küheylan üstünde özgür büyüyen genç kız için han sarayı bıktıracak kadar boğucu görünmüştü. Konup göçmeden yaz kış dam evde oturuyorlardı. Sarayda Han’ın diğer eşleriyle sırdaş olamayacağını ilk başta sezmişti. Han sarayında bunun bilmediği kırk katlı entrika vardı. Bu entrikaları idrak edip, ayrıntılarını anlayana kadar belki bütün bir ömür gerekirdi. Kusur arayan gözler de çoktu. Her adımı takip ediliyor, her bir sözü dinleniyordu. Küçücük bir abes davranışını abartarak kocaman bir dedikoduya dönüştürüyorlardı. Gençliğin saflığıyla dönüp birine güler yüzle bakacak olsa hemen birileri görüyordu. Mutlaka biri karşısına çıkıyordu. Adım atsa fettan gözler bunun yanlışını yakalayıp yüzüne vurmaya hazırdı. Saraydakilerin bu niyetini sezdiğinde “Yüce Tanrım, beni itibarsızlıktan, yüzümü kızartacak herhangi bir yanlıştan, her zaman, Han’ımın adını lekeleyecek kötülükten sen koru!” deyip koruyucu Rabbine yalvarıyordu. Halen de yalvarmaya devam ediyordu.
Bazen, çok eşten biri olmak ne kadar kötü bir şey diye düşünür. Öyle diyeyim derse, yurdundaki sultanların da dört eşten az alanları var mı? Fakat han sarayında Müslümanlığa çok önem veriliyormuş.
Han, Süzge’yi nikâhlı altı hanımının üstüne almıştı. Hanımlarının hepsi güzel Kazak, Nogay, Kalmak, Özbek, Hantı, Başkurt kızlarındandı. Bu kadınlar Han’ı birbirlerinden çok kıskandıkları için onların her zaman araları açıktı. Birbirlerine küslerdi. Süzge’nin yurdunda ninelerinin söylediği gibi “Köyün köpeklerinin arası ne kadar açık olursa olsun onlar kurt geldiğinde birlik olur.” diye bir atasözü vardı. Sarayda da öyle olmuşa benziyordu. Süzge geldikten sonra onlar hepsi birlik olup barıştılar. Hepsi birden Han’ı küçük hanımdan kıskanır oldular. Bu ülkede kadınların yüzü açık gezmesi çok büyük bir edepsizlikmiş. Kendi yurdunda böyle bir âdete alışkın olmayan Süzge bu konuda hep hata yapmıştı. İlk sıkıntısı bu oldu.
Küçüm Han dindar, takva sahibi biriydi. Han sarayının bulunduğu İsker şehrine Semerkant ve Buhara’dan ustalar getirtip cami yaptırdı, müftü çağırdı. Camide beş vakit namaz kılınıyor, vaaz veriliyordu. Han, Cuma günleri bütün eşleriyle Allah’ın evine ziyarette bulunuyor, uzun bir süre dua ediyordu. Diğer günlerde Süzge’ye evden dışarı adım atmak yasaktı. Ata binip gezmek şöyle dursun, yabancı kişilerle konuşmayacaksın… Konuşmak şöyle dursun kimseyi görmüyorsun bile. Dışarı çıktıklarında hanımlar yüzlerini peçeyle, evde ise başörtüsüyle kapatıp devamlı başı önde eğik oturuyorlardı. Süzge ilk başlarda buna alışamamıştı.
Delikanlı, han tahtına vâris olmaya layık hazırda bekleyen oğulları olan büyük hanımlar Han’ın nezdinde her zaman kıymetliydi. Çocuklarına güvenen bu hanımlar bütün saraya söz geçiriyor, göğüslerini gere gere dolaşıyorlardı. Süzge’ye bazen, Han’ın kendisi bile onun otağına girerken takip eden gözlerden çekinerek giriyormuş gibi gelirdi. Han’ın gönlü ve saltanatını bu zamana kadar sadece kendileri sahiplenen, rahatça sarayı idare eden yaşlı hanımların küçük hanımı en baştan kendi erkleri altına alıp boyun eğdirme niyetleri açıkça seziliyordu. Bir fırsatını bulup Han ile Süzge’nin arasını bozup Han’ı ondan soğutmak niyetleri vardı. Böylece Süzge’yi itibarsızlaştırarak sıradan bir vatandaşa dönüştürmek istiyorlardı. Oysa sıradan halk da kapıdaki köle de birdir… Süzge bunu düşündüğünde, Yüce Rabbim kendin yardımcı ol diyerek Allah’tan medet dilemekten başka çaresi kalmıyordu.
Bütün bunları kimi zaman anlar kimi zaman anlamayıp ne yapacağını bilemezdi. İşte o zaman, Süzge’nin bu saray eşiğinden adım attığından itibaren hizmetçiliğini yapan yaşlı kadın açık söylemese de imalı, üstü kapalı bir şekilde her şeyi ona bir bir anlatırdı. Onun uyarıları Süzge’yi gençliğin saflığıyla yanlış yapmaktan korurdu. Çok geniş bir hanlığın yönetimini elinde bulunduran hiddetli Han’a layık hanım olmanın, büyük hanımlarla iyi geçinebilmenin ayrıntılarını öğretirdi. Eğer iyi geçinemezse bu durum onun başına bela olacaktı. Hizmetçi küçük bir kızken Kıpçak bozkırında bir savaşta tutsak olup han sarayına getirilmişti. Sonra sarayda