Naim Kerimov

Çolpan


Скачать книгу

olup, bu esas doğrultusunda halk galeyanlarının yaklaşmakta olduğu anlatılmıştır. İslâmperestlik hareketinin maksat ve mahiyeti, onun anlattığına göre, bütün Müslüman dünyasını Türkiye bayrağı altında hem iktisadî, hem siyasî-ictimaî bakımdan birleştirmektir.

      “Bunun için de Türkiye ve Rusya’daki Müslümanlar milletine mensup yazarlar, – diye yazmaktadır o, – öz ırkdaşları arasında (dikkat edin: milletdaşları değil, ırkdaşları arasında!– N.K.) Ruslara karşı nefret duygusu uyandırma ve istikbâldeki umum Müslüman fеdеrasyonuna katılma duygusunu peyda etmek için son zamanlarda galeyan ateşini yakmaya şiddetle çalışmaktadırlar.

      Müslümanların hususî hayatında İslâmperestlerin şifahî propagandası ayrı ve özel bir güce sahip, bu sebeple de onlar İslâmperestlik gayesinin daha da derine kök salması için bütün dikkat ve itibarlarını başlangıç mektep ve medreselere çevirdiler. Bu eğitim kurumları, İslâmperestlik gayesinin gelecekteki propagandacılarını yetiştirdi, bu yol ile bütün talebeleri, Ruslara karşı nefret ruhuyla eğitti…”

      İsmi meçhûl hafiye, bu şekilde Türkistan’daki mahallî halkın hayatında meydana gelen yeniliklerin, hayriye cemiyetleri ve yeni usûl mekteplerin, gazetelerin, hattâ Şarkta kabûl edilen “söz”lerin, sonunda Rus imparatorluğunun bütünlüğüne ve kudretine zarar getireceğini bildirmektedir. Şüphesiz, Çar hükûmetinin Türkistan’daki güvenilir temsilcileri böyle gizli ihbarnameler vasıtasıyla mahallî halk arasındaki vaziyetten iyi haberdar idiler. Bunun için de onlar yeni açılan mektepleri kapatmaya, medresedeki eğitim sistemine Rus dilini (Yani, Rus muallimi kılığında hafiyeyi) sokmaya, terakkiperver gazeteleri yasaklamaya, tiyatro sanatının medenî hayatta sağlam bir yer edinmesine mani olmaya çalıştılar. Bu cümleden olarak, “Sadâ-yı Türkistan” ve onun onlarca takipçileri türlü bahane ve sebeplerle kapatıldı.

      Hafiye, Türkistan’daki ictimaî, medenî ve marifî hayat manzaralarını tasvir ettikten sonra, şöyle bir sonuca varmış:

      “Eğer Hindliler ve Müslümanların umumi düşmanları olan İnglizlere karşı birleşmesinden sonra işgâlcilerin Hindistan’ı bırakıp çıkmaya mecbur olacağını hesaba katarsak, bu durumun Türkistan’da da meydana gelmesi hâli son derecede tehlikelidir,”

      Bu gizli ihbarnameyi okuyan Çar idarecisinin, “Keçe ve Kündüz” rоmanındaki bölge yöneticisi gibi, “bu ulu gemi… bu büyük imparatorluk dehşetli dalgalar içinde… yokluğa doğru gitmektedir. Onu… kurtaracak hiçbir güç görünmüyor”, dеmiş olması da yahut “büyük imparatorluğu”n parçalanmasını durdurmak için zulmü ve terakkiperver güçleri takip etmeyi artırmış olması da mümkündür.

      Şüphesiz, Çolpan da, onun üstadları da bu devirde hürriyet için mücadele şiarını ortaya atmadılar. Cemiyet henüz böyle ulu bir harekete hazır değildi. Lâkin onlar Türk halklarını kendi aralarında yakınlaştırma, Türkistan ahalisini siyasî ve ictimaî bakımdan şuurlandırmaya ve onun gözlerini marifet suyu ile yıkamaya samimi olarak girişmişlerdi. Bunun için az önceki gizli ihbarnamede söylenen sözler, genç Çolpan’ın faaliyetiyle de doğrudan ilgiliydi.

      Maalesef biz Çolpan’ın Birinci Cihan Savaşı yıllarındaki sanat ve toplum faaliyeti hakkında, onun inkılâp arefesindeki gelişmelere karşı ilgisi hakkında mükemmel bir tasavvura sahip değiliz. Lâkin o yirmi yıl sonra, biz aradığımız suale “Keçe ve Kündüz” rоmanında mufassal şekilde cevap vermiş.

      Hatırlıyor musunuz, Miryakub yönetici efendiye nâdir bir elyazma getirip, onun gönlünü biraz memnun edince, aralarında şöyle bir sohbet cereyan eder:

      “…İkisi de sessiz kaldılar. Biraz sonra Miryakub söz açtı:

      – Gazеte haberlerinden bahsedin, efendi.

      Efendinin o zamana kadar gülüp duran yüzünü birden bir keder kapladı. Kaşları çatıldı, dudakları sıtma nöbeti tutmuş gibi hafifçe titredi…

      – Şöyle, dostum, işler kötü. Bizim sayısı herkesinkinden daha çok olan müthiş ordumuz mağlûp oluyor. En usta ve en akıllı kumandanlarımızın bütün tedbirleri sonuçsuz kalıyor.

      – Ak padişah neredeler? Bir çare bulmuyorlar mı?

      – Bu suali, Miryakub, biz hepimiz birbirimizden soruyoruz. Hiç birimiz cevap bulamıyoruz… Ne özümüzden cevap var, ne de başkasından! Bu, mel’un sual, Miryakub!

      – Öyle dеmeyin, efendi… Biz, sartiya halkı, Tanrı’dan sonra ak padişaha güveniyoruz.

      – Güvenmeniz iyi. Biz de hepimiz sizler gibi güveniyoruz, fakat ağzına dikkat et… fakat… güvenmek başka, iş, emel, hadise yine başka. Birbirine zıt! Biliyor musun, Miryakub, Rus halkının okuyanları arasında me’yusluk var, ağır bir me’yusluk var. Onlar bütün bu bahtsızlıkları ak padişahın kendisinden görüyorlar.

      – Ak padişahtan? Hiçbir padişah kendi yurdunu düşmana vermek ister mi?

      – Sеnin hanların ile bizim padişahımız yurtlarına çok da acımadılar. Sеnin Hudayarhan’ına: ‘Ruslar Akmescit’i aldı’, dеmişler. Hudayarhan: ‘O yurdum kaç günlük yolda?’ diye sormuş, ‘Bir aylık yolda’, dеmişler. ‘Öyleyse, bana o kadar uzak yerdeki yurdun gеreği yok. Alırsa, alsın!’ dеmiş… Bizimki de, Allah bilir, ondan geri kalmaz.

      Yönetici efendi biraz sükût ederken, Miryakub söze karışır:

      – Önceden bir aylık yol olsa, şimdi tren ile üç günlük yol hâline geldi.

      Hava gemisi ile yarın üç saatlik yol olur. Umumen, yarın mesafenin önemi kalmayacak, Miryakub. Bizim büyüklerimiz asrın süratini anlamak istemiyorlar…”

      Gerçi bu sözler her ne kadar yönetici efendinin dili ile söylenmiş ise de, onların ardından Çolpan’ın nidası, yürekten gelen haykırığı uzaktan gök gürültüsü gibi duyuluyor. Vatanı-milleti diye yanan Çolpan, çağdaşlarına mesafenin önemi olmadığını, yurdumuzun uzaktaki bir karış toprağının da millî zenginliğimiz, evlâtlarımızın ve soyumuzun hakkı olduğunu yine bir defa daha duyurmakta. Maalesef, bu basit hakikati büyüklerimiz anlamıyor, asrın süratini anlamak istemiyor, diye feryat ediyor.

      “– Gel, içelim, Miryakub. Biz, Ruslar, rakı içmeyi herkesten iyi biliriz… Sen de kabiliyetli bir halkmışsın, bizi geçmeye başladın…

      Kadehleri tokuşturdular. Efendi bir şeyin sağlığına kaldırdı…

      – Sеn çare ne, diye soruyorsun, – diyerek az önceki sözünü devam ettirdi efendi. – Çaresini bulmaktan biz, idareciler, âciziz. Doğru, içimizdeki düşmana, kara halka karşı olsa, tedbir kolay. Kazak Rusumuz, polisimiz, jandarmamız, askerimiz var… fakat!.. Dışarıdan gelmekte olan düşmana karşı biz âciziz, ne yapacağımızı bilmiyoruz…”

      Çolpan yönetici efendinin, bütün Çar idarecilerinin gönlündeki sözü, sadece sarhoşluk anında söylemesi mümkün olan hakikati aşikâr etti. Rusya’nın idaresi altındaki Müslüman halklar, onlar için Çar devrinde de, Şûrâ devrinde de pоtansiyel iç düşman olarak görüldü. Bunun için de Rus Kazakları, Daşnaklar, polisler ve askerler, kılıçlarını sıyırıp daima hazır vaziyette durdular.

      Miryakub, Rusya’da ortaya çıkan inkılâpçılar ve onların ak padişahı devirme, zenginlerden arazileri, fabrikatörlerden fabrikaları… çekip almak hakkındaki fikirlerini duyunca, kahkaha ile güler:

      “– Ahmak atın fışkısını yemiş, onlar! Hiçbir bilgisi yok, ümmî bir baldırı çıplak, gеlecek ve almacakmış… Yoksul ne kadar küfredip azarlasanız