edebiyatı semasından Abdülhamid “Tan” yıldızı olarak nur saçmaya başlar.
Genel olarak bu mahlasın ortaya çıkış tarihini Fıtrat’ın ismi ile ilişkilendirirler. Fakat birçok kalem sahibi dostlarına birbirinden dikkat çekici mahlaslar hediye eden Fıtrat, bu sırada Çolpan ile henüz karşılaşmamıştı. Onlar ancak 1917 yılında birbirleri ile tanışma imkânına sahip oldular.
Her şair ve yazar sanat meydanına girerken, “Edebiyat nedir?” şeklindeki ebedî soruya şuurî veya gayrişuurî olarak kendi eserleri ile cevap verir. Bu durum, Çolpan’dan önce de, sonra da mevcuttu. Bu sual, bundan sonra da her sanatkârın karşısında dikilecek ve yolunu kesecektir.
Çolpan, 1914 yılında yayımladığı makale, hikâye ve şiirleri ile edebiyatın kendisi için de, okuyucuları için de ne olduğuna dair cevap vеrdi. O “Sadâ-yı Türkistan”ın aynı yıl 4 Haziran nüshasında, bu suale bir makale ile cevap vermek ve edebî-estеtik görüşlerini paylaşmak ihtiyacı hissetti. Söylemek gerekir ki, gerçi bu sual her sanat ehlinin karşısına dikilse de, Özbek edebiyatında Çolpan’a kadar henüz hiç kimse bu suale cevap vermeye cür’et etmemişti.
Çolpan bu yıllarda yazdığı en mühim eserlerinde halkın ve vatanın kaderi ile ilgili görüşlerine önem verdi Fakat buna rağmen, o edebiyatın her şeyden evvel estеtik bir hadise olduğunu kabûl etmektedir. Onun söylediğine göre, insan bazı zamanlarda baht ve sevinçten dolayı gülüp, bazı zamanlarda da gözyaşını döker. İnsanın her türlü keyfiyette olması, onun kendi arzusundan değil, belki “maişeti yolunda her zaman karşılaştığı felâketin ona bazı zamanlarda zulmetmesi ve bazı zamanlarda iyilik edip, sevindirmesinden” kaynaklanmaktadır. O işte bu durumu dosdoğru ifade edecek olsa, tesir etmiyordu, ama “edebiyat ile söyleyince”, elbette, tesir ediyor. Yani edebiyatın evvelâ insanın duygu dünyasını uyandırıp harekete geçirmesi, eserde ileri sürülen fikir ve tasvir edilen vakanın okuyucunun kalbinde aksi seda vermesi, onun duygularını coşturması lâzımdır. Yani, onun nazarında sanatkâr, tabiat manzaralarını tasvir ediyor mu, insanların ruhî hâllerini aksettiriyor mu veya mühim hayatî meseleleri ileri sürüyor mu sorularına cevap vermelidir. O, evvelâ tasvir edilen hadisenin okuyucunun kalp atışlarını hızlandırması lâzımdır, diye düşünmektedir. Ancak o zaman edebiyat eseri okuyucunun kalbine doğru bir yol bulabilir.
Çolpan’ın estеtik görüşlerinin makalede tecessüm eden ikinci mühim tarafı, edebiyatın cemiyetteki yeri ile daha doğrusu cemiyetin, halkın edebiyata olan münasebeti ile ilgilidir:
“Hiç durmadan hareket eden vücudumuza, tenimize su ve hava ne kadar zarurî olursa, maişet yolunda her türlü kara kirler ile kirlenen ruhumuz için de edebiyat bu kadar gereklidir. Edebiyat yaşarsa, millet yaşar. Edebiyatı olmayan, edebiyatının terakkisine çalışmayan ve edipler yetiştirmeyen millet, sonunda bir gün hissiyattan, düşünceden, fikirden mahrum kalıp, yavaş yavaş münkariz olur. Bunu inkâr etmek mümkün değildir. İnkâr eden millet, kendisinin inkırazda olduğunu ilân etmiş olur.”
Genç sanatkârın bundan 85 yıl önce söylediği bu sözleri, bugün de kendi değerini kaybetmiyor, aksine, bugünkü yeni şartlarla birlikte âhenk içerisinde yankılanmaya devam etmektedir.
Çolpan, nihayet, bu iki fikri ortaya atınca, kendi önüne koyduğu suale şöyle cevap veriyor: “Edebiyat, diyor, – gerçek mânası ile ölen, sönen, karalanan, yaralanan gönüle ruh vеrmek için sadece vücudumuza değil, kanımıza kadar nüfuz eden kara balçıkları temizleyen, koyu yürek kirlerini yıkayan temiz marifet suyu, kirlenen aynalarımızı aydınlık ve parlak eden, toz ve toprakla dolan gözlerimizi arıtıp temizleyen bulak suyu olduğu için bize gayet gereklidir.”
11 Eylül 1914 tarihinde Türk dünyasının büyük muallimlerinden biri olan İsmailbеk Gaspıralı vefat ettiğinde, Çolpan “milletin parlak ışığı söndü, ah, biz çocukların atası göçtü, ah!”, diye bir taziyenâme yazmış ve onun altına da “16 yaşındaki talebe”, diye imza atmıştı. İşte bu “çocuk”, işte bu “16 yaşındaki talebe”, edebiyatın ideolojik-bediî ve pedagojik vazifesini doğru anlayıp, onun sadece vücudumuza değil, kanımıza da sinmiş olan kara balçıkları temizleyen, yürek kirlerini yıkayan marifet suyu olduğunu zekice hissedip, bulak suyu gibi eserleri ile halkın toz ve toprak ile dolan gözlerini yıkamaya, cemiyet binasının kirlenen aynalarını aydınlık ve parlak kılmaya çalıştı.
Şubat İnkılâbı
Süleyman bezzaz biricik oğlundan tüccar çıkmayacağını anlayınca, onun sonraki kaderinin İslâm’ın kudretli binası altında geçmesini istedi. Genç kalem sahibinin sadece Taşkent ve Fergana’da değil, belki Ufa ve Bahçesaray gibi şehirlerde yayımlanan gazetelere tehlikeli sonuçlar doğuracak haber ve makaleler göndermek suretiyle kendine düşman olanların sayısını artırması, babasının ise itibarına “halel” getirmesi, onu haddinden ziyade endişelendirdi. Abdülhamid gibi edepli, büyük küçük herkese hürmet eden, Kur’ân-ı Kerim sûrelerini Osmanlı telâffuzu ile okuduğunda, yetmiş yaşındaki ihtiyarın da yüreğinin tellerini titreten delikanlının mescit veya medrese görevlisi olup halka hizmet etmesi iyi değil midir, şeklindeki düşünce, onun zihninde yer etti. Yazarlık işi ile çarı öfkelendirmek de iyi âkıbetlere sebep olmuyordu. Bunun için onu vakitlice bu tehlikeli yoldan döndürmek lâzımdı.
Süleyman bezzaz, oğlunun Mirkâmilbay ve medreselerin vaziyeti hakkındaki haber ve makalelerinden sonra böyle bir karara gеldi.
Cengiz Han ve Batu hakkındaki rоmanların müellifi V.Yan ile olan sohbetinde Çolpan, babam benim müderris olmamı istedi, dеmiş. Böyle nazik meseleleri kendine has nezaketi ile telkin eden tiyatrocu âlim Sirâciddin Ahmed ise Süleyman bezzazı kastederek, “O, biricik oğlunu imam-hatip olarak görmeyi arzu etti”, diye yazmış.
Her ne ise, işte bu şekilde baba ile oğlu arasına soğukluk girdi. Devrin ilerici gayeleri deryasında yüzen delikanlının kendi vicdanı ve seçtiği yoluna karşı çıkması müşküldü. Baba da, oğlu da kendi kararlarından vaz geçmediler.
Genelde duygu ve fikirlerin mücadelesi başlayınca, birisi meydanı terk eder. Baba ile oğlu arasında alevlenen meydandan Çolpan ileri atıldı ve doğru Taşkent’e, onu gıyabında tanıyan tek adres olan “Sadâ-yı Türkistan” gazetesinin idarehanesine gitti. Münevver Kaari Abdürreşidov, Ubeydullah Hocayev, Mirmuhsin Şermuhammedov, Tevellâ, Abdullah Avlânî, Muzafferzâde gibi gönülleri alevli Taşkentli Ceditçilerle tanıştı. Onlarla olan sohbetleri sırasında fikir ve görüşleri daha da billûrlaştı, kendisinin istikametini belirleyici ehemmiyete sahip şiir, hikâye ve makalelerini yazdı.
Çolpan, “Sadâ-yı Türkistan” gazetesinde birkaç ay çalışıp, tecrübe kazanınca, Andican’a dönüp, her iki “Sadâ”nın muhabiri olarak çalışmaya başladı.
(Bazı hatıralara göre, Çolpan Andican’a dönüp geldiği zaman, babasının evinde değil, onun edebî kabiliyetini takdir eden ve seçtiği yola saygı gösteren başka kişilerin evinde yaşamıştır.)
Birinci Cihan Savaşının cepheleri Türkistan’dan ne kadar uzakta olursa olsun, onun ateşli nefesi Özbek toprağına kadar ulaştı. Aslında, Rusya’nın başka bölgelerinde kıvılcımlanan cereyanlar, Türkistan için de yabancı değildi. Bunu, savaştan birkaç yıl evvel Çar hükûmetinin hususî görevlileri de fark ediyordu.
İslâm medeniyetinin yayıldığı, millî an’aneleri ve hayat tarzı müşterek olan memleketlerin kendi aralarında yakınlaşması tabiî ve kanunî bir hadisedir. Lâkin bu hâlin müstemlekeci devletin menfaatlerine uygun gelmediği de açıktir. Zira meselâ, Rusya tasarrufundaki Türk devletleri “İslâmperestlik” veya “Türkperestlik” bayrağı altında birleşecek olursa, “ak”