düşer.
“Çok ilginç! On iki yıl tahsilde bulunup, hesap, hendese, tabiî ilimler, tarih gibi ilimler görmediniz mi?
– Öyle, efendim, görmedim.
– Belki ilm-i sanayiden, tıbbiyat, mühendislik, kimya ve mimarlık tahlsilinde bulunmuşsunuzdur?
– Bulunmadım. Lâkin Fransa ülkesinde, aksine, birkaç fenden ders aldım.
– Frenklerden hangi dersi aldınız?
– Muhtasar tarih-i umumî, fenn-i cihanname, ilm-i hayvanat, hükümât ve biraz hesap ve ilm-i sıhhat dersleri aldım.
– Sizi kim eğitti?
– On yaşıma kadar merhume anamın elinde idim, sonra medreseye vеrdiler. Eğitimim ve bildiğim bu kadardır, efendim.
– Peki, eğitiminiz nеden ibarettir?
– Hazretleri, bizim yurdumuzda balaya yemek vеrirler, giyim giydirirler, bazen söğerler, döverler, nasihat ederler, bazen başını okşayıp, gönlünü hoş ederler, şımartırlar… Eğitimimiz böyledir.”
Çolpan bu eseri zevkle okuyup, ondan kendi sanatı için büyük bir ders aldı. Eğer “Sadâ-yı Türkistan”ın 1914 yılındaki 24, 30, 34, 45-47. sayılarında neşredilen “Dohtur Muhammedyar” hikâyesine dikkat ve itibar edersek, onun doğrudan İ.Gaspıralı’nın tesiri altında yazıldığı anlaşılır. Yazarın hikâye kahramanı için dоktоrluk mesleğini seçmesi bir tesadüf değildir. Onun nazarında, Türkistan ve onun ahalisi ağır bir hastalığa uğramıştır. Bunun için de Muhammedyar’ların, Çolpan’ın nazarında, Molla Abbas gibi terakki eden memleketlerde tahsil görüp ve maharet sahibi tabipler olarak dönüp, vatandaşlarının bu hastalıktan kurtulmalarına yardım etmeleri gerekiyordu.
Çolpan hikâyeye, Şûrâ mefkûresi meddahlarının söyledikleri gibi Özbek burjuvazisinin menfaatlerini gözeten bir kişiyi kahraman olarak seçmemiştir. Muhammedyar, sıradan bir berberin oğludur. Babası kumarbazlık yüzünden birbirlerine el kaldıran serserilerin elinde öldüğünde, o katillerin bir-ikisini tanıyıp, her ne pahasına olursa olsun, intikam almaya karar verir.
“Lâkin babasını öldürenler bunlar olmayıp, belki cehalet olduğunu düşünüp, sakince babasını defnetti ve kendisi cehalet ile samimi şekilde mücadele etmeye karar verdi.”
Cehalet ile mücadelenin silâhını ise babası söyleyip gitmişti: Okumak.
“Kurbân-ı Cehâlet” ve “Dohtur Muhammedyar” hikâyelerinin basıldığı gazetenin redaktörü Ubeydullah Hocayev, 1909 yılında L.N.Tоlstоy’a bir mektup yazmış, onun zulme karşı zulüm ile mücadele etmemek hakkındaki görüşlerine katılmadığını söyleyip, onunla şiddetli bir tartışmaya girmişti. Aradan sekiz yıl geçince, o kendi gazetesinin sayfalarında “Tоlstоy”un fikrini destekleyen bir hikâyeye yer vеrdi. Lâkin bu esere derinlemesine bakılacak olursa, hikâyenin temelinde Rus yazarının görüşleri değil, bilâkis millî kusurlara, yani bilgisizliğe, nâdanlığa, cehalete karşı mücadele gayesi yatmaktadır.
Kimsesiz kalan Muhammedyar işte bu “millî” illetlerle dolu hayatı müşahede ederken, böyle nahoş manzaraların şahidi olur:
– Şehirde büyük bir yangın çıkıp, altı-yedi Müslüman mahallesi yanıp, kül olur, “kültеpe sahipleri” her şeylerini kaybederler. Bu mahalledeki bir Ermeni’nin dükkânı da yanmasına rağmen, sigorta ettirdiği için sahibi bir kuruşluk zarar görmez;
– Müslüman zenginlerinden iki kişi sarhoş hâlde kâğıt oynarken, azıcık para yüzünden çıkan maceradan sonra biri ikincisini vurur;
– İstasyondaki bir Müslüman hurcunu kaybetmiş, ikincisi ise başka trene bilеt aldığı için avare avare dolaşır.
Molla Abbas’ın söylediği gibi, “bizim yurdumuzda balaya yemek verirler, giyim giydirirler, bazen söğerler, döğerler, nasihat ederler… Eğitimimiz böyledir.”
Çolpan işte bu felsefeye karşı olarak eğitim sistemini devrin talebi derecesine çıkarmak meselesini ortaya attı. Gerçi eserde hadiseler mеlоdram hâlini alıp, mühim ictimaî problemler kolayca halledilmiş olsa da, yazar Türkistan ahalisine Dârü’r-Rahat memleketini nasıl kurmanın yolunu göstermeye çalıştı.
Muhammedyar vatandaşlarından yardım alamayacağını anlayınca, evini altı aylığına kiraya verip, kira parasıyla Bakû’ya gitti. Önce Bakû’ya, sonra Pеtеrsburg’a, ondan sonra ise İsviçre’ye gidip, dоktоrluk mesleğini iyi derecede öğrenip vatanına döner.
“Halk kendi faydasını anlasa, millî mektep ve medreseler açsa, Avrupa üniversitelerine balalarını gönderse, doktor, avukat, redaktör ve esnaf, ticaret erbabı ve mühendisler çıksa. Bunların her biri kendi vazifelerinde durup, işlerini tertip ile yürütseler, halkımızın faydasını gösterseler, ne kadar yüce ve ne kadar güzel olurdu, şeklinde hayaller gönlünü dolduruyordu. Fakat bunların olmasını gözü kesmiyordu. Çünkü gittikçe arkaya doğru gidiyoruz; terakki eseri hiç görülmeden, bir terakkiyata bin gerileme hazır duruyordu.”
Muhammedyar öz yurduna dönerken, bu fikirler onun zihnini meşgûl ediyordu. Lâkin vatanına gelip, büyük gayretle kendi halkını yeni medeniyet asrına ulaştırmak için samimi olarak çalışmaya başlar.
Yazar, Muhammedyar’ın bu arada kazandığı başarılarını takip ederken, eğer onun safı yıldan yıla kalabalıklaşacak olursa, Türkistan’ın çok geçmeden, âbad ve zengin bir memlekete dönüşmesi mümkündür, şeklinde bir sonuca varır gibi oluyor.
1914 yılının 3 Nisanında Çolpan Hokand’da “Sadâ-yı Fergana” adı ile Özbek dilinde yeni bir gazetenin çıktığını duydu. “Taş gibi donmuş uyuyan Türkistan”ın iki şehrinde iki “ceride”nin çıkması ve ikisinin de “Sadâ…” diye isim alması, halkın gözünü açmak isteyen genç şairi son derecede sevindirdi. O her iki gazetede çalışıp, Özbek halk hayatının mühim meselelerini ele almaya kat’i surette karar verdi.
Ama Taşkent veya Andican’da durup, zincirlenen halkın nasıl nefes aldığını, onun nasıl dert ve hasretleri, beklentileri ve üstelik kusurları olduğunu bilmek boşunaydı. Bunun için de o çok seyahat etti ve seyahat hatıralarını yayımladı. Bu hatıraları okuyan kişi Çolpan’ın o yılları “dilencinin bile bulamadığı” köylere kadar gittiğine şahit olmaktadır. O bu seyahatleri sırasında birçok adamla tanıştı, halkın türlü tabaka temsilcileri ile görüştü, 19. asırda uykuya dalan ve henüz uyanmayan avamı gördü. Ve bu avamın gözünü açıp, ona marifet damlaları saçtı, kendisi ve başkalarının etrafındaki hayatı görmek için, yerinden kalkıp, temiz havadan nefes almaya çalıştı, gerçek hayatın, hürriyetin, millî terakkiyatın uzaktaki nurlarına doğru kanatlandı.
Çolpan, 1914-1915 yıllarında yazdığı böyle eserleri ile Özbek edebiyatına alev alev yanarak, parlayarak girdi. İki-üç yıl içinde basit haber yazarından keskin muhtevalı, devrin, Türkistan âleminin mühim ictimaî, iktisadî ve medenî meselelerini terennüm eden şiir, hikâye ve sahne eserlerini yaratma derecesine erişti. Maalesef onun bu sıralarda yazdığı “Bay” adlı ilk piyesi basılmadan kalmıştır. Öktem ismli tenkitçi (Kayum Ramazan)nin aradan on yıl geçtikten sonrü “Türkistan” gazetesinde yayımlanan “Sahne Edebiyatı” makalesinde bu eserin söz konusu edilmesi, onun geçici bir hadise olmadığına delildir.
20. asır başlarında Türk dünyasında yine bir sima meşhur oldu. Bu Rızâiddin ibn Fahrüddin olup, 1908-1917 yıllarında Оrеnburg şehrinde “Şûrâ” dergisini neşretmiş ve bu dergi de Türkistan Ceditçilerinin heyecanla harekete