Metin Yıldırım

Suç Koridoru


Скачать книгу

gençlerin oluşturduğu yaklaşık yirmi kişilik bir gruptu. Gençler, Kikos’u selamlayıp biraz sol taraftaki çimlerin üzerine oturdular. Ellerinde bayrak yoktu. Onlar da Kikos gibi kendilerine katılacak olan diğer insanları beklemeye başladılar. Kikos, anıta doğru yürümekten vaz geçti. Bu gençleri görenler birazdan burada toplanırdı.

      Gerçekten de alandaki toplanmayı görenler anıttan çıkarak tepeye doğru yöneldiler. Bir saat içinde tepenin üstü hınca hınç insanla dolmuştu. Ancak bir sorun vardı: Ortada yakılacak bayrak yoktu. Herkes, bir diğerinin bayrak getireceğini düşünerek bekliyordu.

      Bekleyenlerin sıkıldığını fark eden Kikos en çok sevdikleri marşı okumaya başladı. Marşla birlikte alanda bekleyenler hareketlendi. Marşın hemen bitiminde sloganlar başlamıştı. Kikos’un gözleri parlıyordu. Sesler yükseldikçe kalabalığın sayısı çoğalıyordu.

      Anıtın yanından gelen siyah takım elbiseli gençlerin ellerinde bir torba ve üç–dört metre uzunluğunda direkler vardı. Herkes bekledikleri kişilerin geldiğini anlamış, slogan ve küfürlerin dozunu artırmıştı. Kalabalık, gençlere yol açarak onların merkeze doğru gitmesine izin verdiler.

      Kikos, seslerin yükselmesinden beklediği anın geldiğini anladı. Biraz ötelerden, ellerinde yukarı doğru dikilmiş sopaları tutan bir grubun kalabalığın merkezine doğru ilerlemeye çalıştıklarını görünce hemen oraya doğru gitmeye başladı. Acele etmeliydi. Kalabalık safları sıklaştırırsa gitmesi imkansız olacaktı.

      Havaya dikilen sopaların yürüyüşü yavaşlamıştı. Belli ki zorlukla yürüyorlardı. Kikos, onların tepenin uç noktasına doğru geleceklerini biliyordu. Çaprazlama olarak onlarla yolunun kesişeceği noktaya doğru ilerledi. Sesler gittikçe yükseliyordu. Nihayet sopayı tutan iki gencin yanına varmıştı. Hemen arkalarından gelen birisi taşıdığı torbanın içinden bayrakları çıkarmaya başladı.

      Kırmızı renkli Türk Bayrağını torbanın içinden tam çıkarmadan orada bulunan birisi bayrağın ucunu yakalayarak kendisine doğru çekmeye başladı. Biraz daha çekmiş olsa bayrak parça parça olacaktı. Oysa bu bayrak yakılacaktı. Neyse ki etraftan birkaç kişinin ikazı ile adam bayrağın ucunu bıraktı.

      Başka sürprizlerle karşılaşmamak için hemen orada yakmaya karar verdiler. Bayrağı getirenlerin bu işte deneyimli oldukları belliydi. Türk Bayrağını çekince ona bir ucundan bağlı Azerbaycan Bayrağı yere düştü. Her iki bayrağın diğer uçlarında ip vardı. O ipler sopalara bağlandı. İki genç, zıt yönlere doğru giderek bayrakları gerdirdiler.

      Kalabalık coşmuştu. Çığlıklar gökyüzünü çınlatıyordu. Bağıranların gözlerindeki ışıltı ve çıkardıkları sesler garipti. Buradakiler, nefret, intikam ve sevinci bir arada yaşıyordu. Torbadan çıkan meşale yakıldı. Bayrakların altında meşaleyi tutan takım elbiseli adam, kalabalığın çığlıklarını usta bir yönetmen gibi yönetiyor, ateşi bayraklara yaklaştırıp seslerin yükselmesini sağladıktan sonra biraz aşağı indirerek bayrakların tutuşmasını engelliyordu.

      Böylece bir iki dakika geçti. Kalabalığın sabrı kalmamıştı. Takım elbiseli adam son bir hamle ile bayrakları tutuşturdu. Türk ve Azerbaycan Bayraklarının ucundaki alev yavaş yavaş yukarı doğru tırmanmaya başladı. Kalabalık çılgına dönmüştü. Yükselen sesler tepeden tüm Erivan’ın üstüne doğru yayıldı. Kikos, bu defa yanan bayrakların etrafından oluşan ilk çemberde yer alıyordu. Yanan Türklerin verdiği zevkle havaya doğru zıplıyor, naralar atıyorlardı. Yanık bez kokusu ona et kokusu gibi geldi. Gökyüzüne yükselen küçük bir duman onların tüm intikam duygularını daha da körüklemişti.

      Sopaya bağlı Bayrakları tutan ip yanınca her iki Bayrak yere düştü. Yandıkça kıvrılan Bayraklar sanki birbirine sarılıyordu. Alevlerin dozu azaldıkça ilk çemberde yer alanlar, sönmek üzere olan ateşi ve külleri çiğnemeye başladılar. Bayrakların bazı küçük parçaları yanmaktan kurtulmuştu.

      Kikos kalabalığın çılgınca bağırışları arasında yerden iki parça alıp cebine soktu. Bağırmaktan ve yerinden havaya sıçramaktan yorulmuştu. Bir an gözleri karardı. Kendisinin bayılacağını, bir an önce sessiz bir yere gitmezse oracığa yığılacağını sandı.

      Kalabalığı yararak Amusement Parkı’nı göreceği uca doğru gitti. Gözleri kararmıştı. Hemen oracıkta oturdu. Kulağını tırmalayan sesler yeniden yükselmişti. Geriye dönüp baktığında yükselen dumanları görüp oraya gitmek için hamle yaptı ama sendeledi. Gerçekten de hali kalmamıştı. İçinden “Bu günlük bu kadar yeter!” diyerek cebine soktuğu bayrak parçalarını çıkardı. Azerbaycan Bayrağı’nın “ay” kısmının yarısı sağlam kalmıştı. Türk Bayrağı’na baktı. Garip bir tesadüf Azerbaycan Bayrağı’nda ayın eksik olan kısmı Türk Bayrağı’nda vardı. Üst üste koyunca ayın hilal şekli tamamlanmıştı. Sadece yanan kısımların siyahlığı ortadan çizgi gibi geçiyordu. Bağırarak küfür etti. Yumruklarını sıktı. Yüksek sesle:

      –İşte böyle ortanızdan geçeceğiz!.. Tam ortanızdan yakacağız, diyerek sinirle ayağa kalktı.

      Bugün hiçbir şey onu mutlu etmemişti. Bu kadar zaman bekleyip elde ettiği bayrak parçaları onun sinirini bozmuştu. Bayrak parçalarını kıvırıp cebine koydu. Bir an önce evine gidip bir şeyler yemeliydi. Amusement Parkı’nı bir kez daha seyredip evine doğru yürümeye başladı.

      Anıta gitmeden yokuş aşağı yürüdü. Çok yorulmuştu. Neyseki yolun yokuş aşağı oluşu ona kolaylık sağlıyordu. Hrazdan Stadyumu’nun yanına geldiğinde bütün güçü tükenmişti. Bir an önce evine varmak istiyordu. Brezilya Meydanı’ndan geçip Atina Caddesi’ne paralel yürüdü. Evinin sokağına geldiğinde yanından hızla geçen bir aracın tekerleğinden fırlayan küçük bir taş parçası Kikos’un kafasına geldi. Elini gayri ihtiyari kafasına götürüp kanayıp kanamadığını kontrol etti. Canı çok yanmıştı. Derin bir “ufff” çekti. Evinin bulunduğu Sisvan sokağına döndüğünde hala bir eli kafasındaydı. Tam evinin önüne geldiğinde susuzluktan yanıyordu.

      Cebindeki yanmış bayrak parçalarını bir kez daha kontrol etti. Cebine dökülen kül parçalarını yere dökerek cebini temizledi; çünkü karısı yanık kokusunu sevmiyordu. İçinden: “Lanet kadının burnu da çok keskin! Şimdi yine çan–çan konuşmaya başlar!” dedi.

      Eski evlerin bulunduğu bu sokağı sevmiyordu ama daha iyi bir yerde yaşama şansı da yoktu. Hem burası Hrazdan Stadyumu’na yakın olması nedeniyle maç günlerinde çeşitli şeyler satarak ek gelir elde ediyordu.

      Evinin kapısında durdu. Bir iki yavaş yavaş kapıyı çaldı. Kapıyı açan olmamıştı. Bu defa kapıyı hızlı hızlı vurunca içeriden kapıya doğru yönelen ayak seslerini duydu. Gelen karısı Şoger’di. Karısının bu huyundan nefret ediyordu. Gecenin hangi vakti olursa olsun kapıyı çalan birisine “Kim o?” diye sormazdı. Bu defa da sormadan kapıyı açıp gelen kocasına ters ters baktı. Kocasının yüzündeki ifadeden pek mutlu olmadığı belliydi. Onun bu çocukça davranışına pek anlam veremiyordu. Her yıl aynı şekilde bitkin bir vaziyette eve gelen kocasına hem acıyor hem de içindeki nefreti yenemediği için ona kızıyordu.

      Kikos hiçbir şey demeden içeri girip bayrak parçalarını sakladığı kutuya doğru gitti. Şoger’in yanından geçerken yanık kokusu eve yayılmıştı. Şoger’in bu kokuyu sevmediğini bildiği için hemen kutuyu açıp cebindekileri içine koydu. Ceketini çıkarıp askıya asınca Şoger’in bakışları hâlâ onun üstündeydi. Bu bakışlar pek hayra alamet değildi. Zaten mutsuzdu bir de karısının çığlığını duymak istemiyordu. Yavaş bir sesle:

      –Yemek var mı Şoger?

      Şoger