Metin Yıldırım

Suç Koridoru


Скачать книгу

Kikos dükkanın içinden gelen çay kokusunu içine çekerek:

      –Horen Usta, çay hazır, bardağını al da gel, bir çay dökeyim.

      Horen Usta’nın tombul yüzü biraz yayıldı. Dükkana girip içeriden çay bardağını alarak Kikos’un dükkanına girdi. İçerideki yapıştırıcı kokusu tam kaybolmamıştı. Bardağını Kikos’a doğru uzatırken kaşıyla çaydanlığı işaret etti:

      –Türk çayı mı?

      Kikos’un kaşları çatıldı. Bu adam her defasında kendisiyle alay ediyordu. Yalan söyleme şansı da yoktu. Çünkü bütün çayların ana vatanını, özelliğini kaç dakikada demlendiğini bile biliyordu. İçinden: “Pezeveng, her defasında bana bu soruyu sormazsa çatlar!” diye düşündü.

      Sert bir sesle:

      –Sen çayını iç, usta!

      –Yahu seni anlamıyorum Kikos! Hem param yok diyorsun hem Türkler aleyhine yapılan her gösteriye koşarak gidiyorsun!

      –Oraya gitmek gerek usta! Sen gitme, ben gitmeyeyim, peki kim gidecek?

      –Valla Kikos, bu iş kabak tadı vermeye başladı. Anıtta toplanarak saatlerce bağırıp çağırıp, küfürler savuruyoruz. Bütün bunlar kimin umrunda? Elimize ne geçiyor? Birkaç TV çekim yapıyor, sonra herkes kendi işine bakıyor. Bize ekmek lazım. Türkleri en az senin kadar sevmiyorum ama bir yerde bırakmamız lazım.

      –Horen Usta, bazen senin Ermeni olduğundan bile şüphe ediyorum!

      –O neden?

      –Konuşmalarını duyan seni Türk sanacak!

      –Ne alakası var? Yüz yıl önce olan olayları her yıl, her yıl tekrar ede ede benim psikolojim bozuldu. Ben bıktım artık. Hem bizimkilerin hiç mi suçu yoktu? Sen gençsin, bilmezsin! Biz de epeyce Türk öldürdük. Yani intikamımız o zaman alınmıştı. Bulduğumuz çocuk, kadın, yaşlı herkesi öldürdük. Onlar da aynı şeyi yaptılar.

      Evet, ben Türklere kızıyorum ama bizi satan Ruslara, Fransızlara, İngilizlere daha çok kızıyorum. Hiç birisi bize verdikleri sözü tutmadılar. Bizi kullandılar. Ölen Ermeniler oldu, buralara Ruslar sahip oldu. Yani biz öldük, Ruslar toprak kazandı. Güya bağımsız bir devlet kurduk ama 70 yıl Ruslar bizi yönetti. Öyleyse bizim dedelerimiz neden öldüler? Bizi Osmanlılar yönetirken hepimiz çok rahat yaşıyorduk. Ticaret ve sanat bizim elimizdeydi. Sonra ne oldu? Adımız bağımsız devlet oldu ama Ruslar bizi yönetti; ancak cebimizde beş Dramı paramız yok. Açlıktan nefesimiz kokuyor. Ne anladım ben bu bağımsız devletten.

      Bak Kikos, bir devlet vatandaşının karnını doyuramıyorsa, güvenliğini sağlayamıyorsa o devlet bağımsız değildir. Şimdi söyle bana biz bağımsız bir devlet miyiz?

      Kikos’un yüzü kıpkırmızı olmuştu. Horen’in ailesini tanıyordu. Yoksa gerçekten de onun bir Türk dönmesi olduğuna inanacaktı. Sinirleri zıplamıştı. Kendisi her toplantıya katılırken bu adam hiçbir toplantıya gitmezdi. Üstelik kendisiyle alay ediyordu.

      Bir an hiddetini yenemedi ve Horen’e bağırmak istedi; ama sonra vaz geçti. İçinden: “Bunlar hepsi satılmış! Belki de anasını bir Türk s....miş,” diye düşündü. Bu Horen’in çevresi çoktu. Kendisine gelen müşterilerin çoğu Horen Usta’yı tanıyor ve seviyordu. Bu nedenle ona kaba davranmak istemezdi.

      En iyisi konuyu değiştirmekti. Sinirlerine hakim olmak için derin nefes alıp:

      –Horen Usta bir çay daha koyayım mı?

      Bunları derken sinirden eli ayağı titriyordu. Zoraki gülümseyerek devam etti:

      –Sen de çayın kaynağını sorma! Çin’den gelen de var, Türkiye’den gelen de…

      Horen Usta bugün neşeliydi. Kikos’un zayıf noktasını biliyordu ve bununla dalga geçmekten zevk alıyordu. Sinsi sinsi devam etti:

      –Tamam sen çayı doldur! Kaynağını ben de biliyorum, sen de… Kızmana gerek yok, sormayacağım.

      Her ikisi de zoraki gülümsediler.

      Kikos başını salladı. İçinden: “Bu şerefsiz, Türk dölü sabah sabah moralimi bozdu!” diye mırıldanarak önlüğünü üstüne giydi.

      Horen Usta önlüğünü giyen Kikos’u yalnız bırakması gerektiğini anlayarak:

      –Çay için teşekkür ederim. Birazdan benim dükkanda çay içelim. Ancak peşin söyleyeyim, benimki halis Türk çayıdır!

      Sinsi sinsi gülerek Kikos’a göndermede bulunup kendi dükkanına doğru yürüdü. Kikos sinirinden kudurmuştu. Önlüğünün düğmelerini iliklerken: “Hepinizin anasını Türkler becermiş! Hepiniz Türk dölüsünüz. Alçak namussuzlar!” diye söylendi.

      O sinirle zımparalı freze masasına oturdu. Birkaç gün önce tamir için bırakılan ayakkabıyı eline aldı:

      Ayakkabının altı delinmiş, yan tarafı ise açılmıştı.

      Önce yan taraflarını zımparalayıp Çin malı yapıştırıcıyı sürdü. Eskiden saatlerce kurumaya bıraktığı yapıştırıcılar, şimdi birkaç dakika içinde kuruyordu. Bu defa da öyle oldu; Yapıştırıcı hemen kurudu. Ayakkabının sayasını2 delik kösele tabana yapıştırıp presledi. Sıra delik tabanını onarmaktaydı.

      Bunun için daha önceden ayırdığı lastik bir parçayı eline alarak inceledi. Göz ayarı ile deliğin genişliğini ölçerek yama için bir parça kesti. Elindeki falçatayı kırmamak için özel bir gayret sarfediyordu. Uzun zamandır bekleyen lastik, epeyce sertleştiği için zor kesiliyordu. Küçük tezgahın üstünde ustalıkla kestiği lastiğin kenarlarını inceltti. Sonra zımpara taşı ile her iki tarafıda düzeltip yapıştırıcıyı sürdü. Kurumasını beklerken ayakkabıya dikkatlice baktı.

      Her tarafı buruş buruş olmuş bu ayakkabının ömrü dolmuştu ama Ermenistan’daki ekonomik bunalım öyle bir hal almıştı ki, bazen yırtılan yamaya da yeni bir yama atıyordu. Derin bir iç geçirip, başını salladı.

      Sabah olduğu için yapıştırıcı kokusu dükkandan çıkmamıştı. Tamir ettiği ayakkabıyı bir köşeye koyup dışarı çıktı. Küçük dükkanının sağ tarafında Horen Usta’nın nalburu sağ tarafında ise manifaturacı Vanik vardı.

      Kapının önüne çıkınca Vanik bir müşterisini yolcu ediyordu. Vanik, düşünce olarak kendisine daha yakındı. O da Türkleri sevmezdi. Hele son zamanlarda Türkiye’den gelen çeşitli tekstil ürünlerinin ucuz olması nedeniyle dükkanda iş yapamaz hale gelmişti. Artık kimse elbiselik kumaş almıyordu. Çünkü dikiş parasından daha ucuz satılan hazır giyim Vanik’in defterini dürmüştü.

      Bir ara o da hazır giyim satmayı düşünmüştü ama ilerleyen yaşı nedeniyle gençlerin tercihini tahmin etmekte zorlanıyordu. Üstelik kaçak yollarla Türkiye’ye gidenlerin getirdikleri bavul dolusu giyim çeşidi karşısında kafası karışıyordu. Ne satacaktı? Bayan giysi her zaman cazipti ama hergün değişen modayı takip etmesi zordu. Üstelik dükkanı da çok işlek bir yerde değildi.

      Aldığı malların elinde kalması ihtimali vardı. Uzun uzun araştırmaların sonunda yine babadan kalma manifatura işini devam ettirmeğe karar vermişti. Müşterileri ise genelde kendi yaşındaki bayanlardı. Yatak çarşafı, ucuz perdelik, bez dokumalar gibi ev tekstili satıyordu.

      Son zamanlarada örgü ipliği de satmaya başlamıştı. Zaten cebine giren üç beş kuruşu da bu örgü ipliğinden kazanıyordu. Yüzünde her zaman bir mutsuzluk vardı. Onu gören herkese kendi mutsuzluğundan mutlaka biraz pay verirdi.

      Kikos’u görünce zoraki gülümsedi:

      –Nasılsın