Metin Yıldırım

Suç Koridoru


Скачать книгу

yaktınız. Yanık kokusu evimize doldu. Şimdi ben, sabaha kadar bu yanık Türk kokusu ile mi kalacağım?

      Kikos, karısının sitemini biliyordu ve ona bulaşmak istemiyordu. Konuyu değiştirerek tekrar sordu:

      –Yemekte ne var?

      –Git mutfağa bak! Ne var bilmiyorum, deyip koltuğa oturdu.

      Televizyonun kumandasını eline alıp kanalları gezinmeye başladı. Hangi kanalı açtıysa anıttaki töreni gördü. Tüm kanallarda ya anıttaki tören veya Erivan sokaklarında gösteri yapan sarhoş gençler vardı. Bunları gösteren TV kanallarından bıkmıştı. Her yıl bu tarihlerde bunları izlemekten bıkmıştı. Her yıl bu tarihte evine giren yanık kokusundan nefret ediyordu.

      Bütün bunlara sebep olan Türklerden de nefret ediyordu. Onların yüzünden bütün Ermenistan’ın ruh hali bozulmuştu. Her yıl 24 Nisan ayında “Amerikan başkanı ne diyecek? Avrupalılar ne diyecek, Türkiye’nin tepkisi ne olacak?” diye beklemekten yorulmuşlardı. Her yıl gittikçe artan nefret söylemleri Şoger’in içine öylesine işlemişti ki, karşısına çıkan ilk Türk’ü öldürebilirdi. Yanında yöresinde yaşayan herkes aynı durumdaydı. Türklere duydukları nefret, gittikçe kendi yakınlarına tepki olarak dönüyordu.

      Şoger’in nefreti de eşine dönmüştü. Çünkü eşinin nefreti evine yansıyordu. En azından her yıl eve getirilen yanık bez kokularıyla Şoger’in psikolojisi bozuluyordu. Onun içinde Türklere karşı büyüyen nefret zaman zaman hatta çoğu zaman Kikos’a dönüyordu.

      İçinden hep söyleniyordu: “Aç Kikos, onun bunun ayakkabısına yama yapmaktan canı çıkmış, yine de her anma töreninde kendisini anıta atıp, saatlerce bağırıyor. Akılsız Kikos, aptal Kikos…” diyordu.

      Şoger, en çok da 24 Nisan günü Kikos’a kızıyordu. O gün dükkanı hiç açmıyor akşam eve gelecek para yerine yanık kokulu bayrak parçalarını eve getiriyordu. Dayanılması zor bir durumdu. Bugün de öyle olmuştu. Kikos her ne kadar göstermemeye çalışsa da Şoger onun yanık bayrak parçaları getirdiğini biliyordu.

      Dişlerini sıktı. İçinden bildiği tüm küfürleri savurdu. Ancak Kikos, hiçbir zaman bu huyundan vaz geçmeyecekti. TV kanallarında gördüğü manzaralar da içini sıktı. En iyisi yatmaktı. Erkenden yatmak biraz zor olacaktı ama daha fazla bu odada durmuş olsa Kikos’la kavga edecekti.

      Yatak odasına gitti. Yanık kokusu buraya da dolmuştu. Pencereyi açıp odayı biraz havalandırdı. Hava serinlemişti. Daha fazla pencerenin önünde duramadı. Hem açık pencereden sokaklarda dolaşan insanların attığı naraları duymak da onu rahatsız eden bir şeydi.

      Yatağına uzandı, bir türlü uyku tutmadı. Kıvrandı, kıvrandı… Yorganı kafasına çekti, başını yastığın altına soktu, kalkıp odanın içerisinde yürümeye çalıştı ama nafile. On iki metre karelik yatak odasında iki adım atınca duvara tosluyordu. Salona çıktı, Kikos koltuğun üstüne yayılmış televizyon izliyordu. Karısını görünce güldü ama Şoger yüz vermedi. Mutfaktan su alıp tekrar yatak odasına geri döndü.

      Sabah erkenden Kikos’un sesi duyuldu:

      –Şoger, Şoger, kalk haydi. Bir şeyler hazırla da dükkana gideyim.

      –Zıkkım ye, diye bağırdı.

      Kikos daha fazla üstelemedi. Biraz çay kaynatıp kahvaltı hazırlamak için buzdolabını açtı. Dolapta çok fazla yiyecek yoktu. Şoger’in sinirli olma sebebini şimdi daha iyi anlamıştı. Bitmek üzere olan peynirden biraz aldı. Bir parça peynir de Şoger’e kalmıştı. Hemen dükkana gitmeliydi çünkü cebinde para yoktu. Belki birisi ayakkabısını tamire getirirdi.

      Şoger yerinden kalkmadan evinden çıktı. Sisvan sokaktan ana caddeye çıkıp dükkanına doğru yürüdü. Her sabah Gök Mescid’in yanından geçip iş yerine gitmekten hoşlanmıyordu. Türkleri sevmediği gibi bir de onların yaptığı bu camiyi hergün görmekten asabı bozuluyordu. Ancak başka çaresi de yoktu.

      Yarım saatlik yoldan sonra dükkanının önüne gelmişti. Kapının kilidini açıp içeri girdi. Pazar günleri dükkanı açamıyordu. 24 Nisan’da anma günü de Pazartesi olduğu için dükkan iki gün açılmamıştı. İki gün havalanmayan dükkanda ağır bir yapıştırıcı kokusu vardı. Çok ağır olan bu koku, yıllar içerisinde onun sağlığını da bozmuştu. Penceresi olmayan bu küçük dükkandaki kokuyu gidermek için her sabah erkenden kapıyı açık bırakıyordu. Yazın bu iş kolaydı ama kışın soğuk havalarda açık kapı ile çalışmak gerçekten zor oluyordu. Kapı kapalı olunca da boğulacak gibi oluyordu. Çareyi, içlik giyerek açık kapı ile çalışmakta bulmuştu.

      Neyse ki Nisan ayı çok soğuk değildi. Kapıyı açık bırakıp, küçük oçağın altını yaktı. Duvara monte edilmiş raf görevi gören tahtanın üstündeki çay kutusunu aldı. Çay bitmek üzereydi; Ama üstündeki yazıyı görünce sinirleri yeniden bozulmuştu. Elinde tuttuğu Türk çayıydı. Bu çayı içmemeye çalışıyordu ama Erivan’da ya İran çayı ya da Türk çayı vardı. İranlıların “Ahmedi” çayını, kokusu nedeniyle çok seviyordu ama pahalı olduğu için onu alamıyordu. Çaresiz kalarak ucuz olan Türk çayını tercih ediyordu. Dükkan komşuları ateşli bir Türk düşmanı olan Kikos’un Türk çayını kullanması ile alay ettikleri için genellikle çayı başka bir kutuya boşaltıyordu.

      Gerçi yedikleri içtikleri ve giydikleri ürünlerin büyük bir bölümü Türk malıydı. Hatta Ermenilerin bu konudaki ön yargısını bilen Gürcüler, Türk mallarının etiketini değiştirerek değişik markalar adı altında Ermenilere satıyorlardı.

      Kikos bir küfür savurdu. Parmaklarının arasında bir tutam çayı demliğe koyarak kaynayan suyu demliğe döktü. Tekrar çaydanlığın üstüne koyarak dükkanın önüne çıktı. Biraz erken olduğu için komşular henüz dükkanı açmamışlardı.

      Tam o anda sokağın köşesinden nalbur dükkanının sahibi Horen göründü. Göbekli Horen yalpalaya yalpalaya geliyordu. Kikos’un yanına yaklaşınca gülümsedi. Horen’in yuvarlak yüzündeki etli yanakları gülümseyince daha da tombullaşmıştı. Bu koca vücudu taşımaktan yorulan Horen kıpkırmızı olmuştu. Hava serin olmasına rağmen terlemişti. Bir “uf” çekip:

      –Ara1, bu yollar beni ödürecek, dedi.

      –Horen Usta, çok yiyorsun, bu göbekle tabi ki yürüyemezsin.

      –Ara, ne yiyorum? Belki herkesin yediğinden biraz fazla.

      –Ha ha ha, Horen Usta, “biraz fazla”yı “epey fazla” olarak değiştirsek nasıl olur?

      –Yok be Kikos! Ne yapayım can boğazdan çıkar derler ya, yiyorum işte. Midem o kadar büyümüş ki ne yesem doymuyor, ben ne yapayım?

      –Tamam, Horen Usta, fazla yediğini kabul ediyorsan sorun yok.

      İkisi de güldüler. Horen, uflaya uflaya dükkanın kapısını açtı. Kapının iç ağzına akşamdan yığdığı plastik kova, kürek, vs. şeyleri kapının önüne ustalıkla dizdi. Yolu kapatmaması için dükkanın camının önünde elli cm’lik bir yerde dizdiği plastikleri yukarı doğru sıralarken Kikos onu seyrediyordu.

      Horen’in pencere önündeki çalışması bitince alnındaki terler daha da fazlalaşmıştı. İçeri geçip elindeki küçük testi ile dışarı çıktı. Bir yandan elini yıkıyor, diğer yandan suyun etrafa dağılması için dükkanın önünde geziniyordu. Islak elini yüzüne, boynuna gezdirip terini sildi. Cebinden çıkardığı küçük mendili ile kurulandı. Derin bir “offf” çekti. Kikos’a baktı. Dükkanın kapısına dayanmış ağzında bir sigara tutan Kikos gülümsüyordu.

      –Ne oldu Horen Usta?

      –Ne