Metin Yıldırım

Suç Koridoru


Скачать книгу

olmuştu. Şoger’e anlatmak istediği şeyleri bir türlü anlatamamanın verdiği üzüntü bütün benliğini kapladı. Karısının haklı olduğunu düşünmeye başlamıştı… Elinden gelen tek iş kundura tamiriydi, onu da zaman zaman bırakıp mitinglere gidiyordu. Gerçi gitmeseydi de aynı problemleri yaşayacaktı ama belki daha iyi şartlarda…

      İçini bir hüzün kapladı. Geleceği çok umutsuzdu. Tam o anda Şoger’in gözünden bir iki damla yaşın masaya düştüğünü gördü. Önce yanıldığını düşündü ama dikkatli bakınca loş ışıkta karısının ağladığından emin oldu. Onun da boğazına hıçkırıklar düğümlendi ama Şoger’i rahatlatmalıydı. Aslında onun neden ağladığını biliyordu ama yine de sormak istedi:

      –Şoger, neden ağlıyorsun?

      –Nedenini biliyorsun.

      Evet, biliyordu. O konuyu her konuştuklarında Şoger günlerce yatakta yatıyordu. Kendisi de birkaç yaş daha yaşlandığını hissediyordu. Yine de emin olmak istedi:

      –Ağlama! Sonra yataklara düşeceğini biliyorsun!

      –Elimde mi?

      –Ne olur konuyu açmayalım…

      Şoger, katıla katıla ağlamaya başladı. Kikos çaresizce onu izliyordu. Omuzlarını silkeleyerek ağlayan Şoger’in göz yaşları sicim gibi akmaya başlamıştı. Masanın üstünde duran bezi alıp gözlerini sildi. Bezin bir köşesine de burnunu sümkürdü. Birden bağırmaya başladı:

      –Buradan nefret ediyorum! Bu yoksulluktan, sizin nefret duygunuzdan, sizin kininizden, Ermeni yöneticilerden nefret ediyorum. Ermeni yöneticileri bize hep Türklerin kötülük yaptıklarını söylediler. Ya kendilerinin yaptıkları kötülükler…

      Tekrar burnunu silerek, masanın üstünde duran sigaradan bir tane alıp yaktı. Derin bir nefes çekerek konuşmaya devam etti:

      –Evet! Gerçek şu ki Sarkisyan da, diğerleri de hep yalan söyledi. Bizi açlığa mahkum ettiler. Sadece içimizdeki kini büyüttüler. Dış ülklerden gelen yardımların hepsini kendileri yediler. Bize ne kaldı? Evet, bize de Metzamor Nükleer Santrali’nin radyasyonu kaldı.

      Gül gibi çocuğumu Metzamor eritti. Derisi kıvrım kıvrım oldu. Organları kurudu. Ateşler içinde yandı çocuğum. En sonunda troid kanserinden öldü.

      Şimdi soruyorum sana: Bu ölüm çocuğuma yakıştı mı? Ben çocuğumu radyasyon öldürsün diye mi büyüttüm? İkimiz de o işin tehlikeli olduğunu biliyorduk ama kısa sürede ölüme sebep olacağını bilmiyorduk. Oradaki yetkililer de bize yalan söylediler: Hani önlem alınıyor, koruyucu elbise veriliyordu. Dikran, kendisi elbiselerinin çok eski olduğunu, orada çalışmaktan korktuklarını söylemişti. Hatta diğer arkadaşları da koruyucu elbiselerinin yenilenmesini isteyince yetkililer ülkedeki krizi hatırlatmışlardı.

      Ülke ekonomik kriz içinde olabilir; iyi de orada çalışanların yrıtık pırtık olan koruyucu elbiseleri zamanında değiştirilemez mi? Kendilerine gelince kriz yok ama en tehlikeli yerde çalışan birinin koruyucu elbisesi krize sebep oluyor ha?

      Bu pezevengler hep yalan söylediler bize. Kendi iktidarlarını ayakta tutmak için bir düşman yaratıyorlar. En kolayı da Türkler… Yüz yıl önce olan olaylardan bıkmadık mı? Dedenin kendisi, yolda yakaladığı beş tane Türk’ü öldürdüğünü söylemedi mi? Savaşta herkes birbirini öldürdü. Hala yüz yıl önce olan şeylerin hırsı ile tüm hayatımızı mahvettiler.

      Şoger, sigarasından bir nefes daha çekti. Sinirinden kıpkırmızı olmuştu. Gözlerinden akan yaşlar yüzünde kurumuştu. Kocasına nefretle bakıp devam etti:

      –Sen de suçlusun! Her tarafından nefret akıyor. Üstünden, başından her yerinden nefret akıyor. Hatta, nefesin bile nefret kokuyor. Senin yüzünden öldü oğlum. Dağ gibi oğlumu sen öldürdün…

      –Şoger ne söylüyorsun sen?

      –Sus! Konuşma sen. İçimi yakan ateşi konuşayım bari…

      Kikos, bir şeyler söylemek istedi ama Şoger’in durumunu görünce bundan vaz geçti. Şoger yeniden ağlamaya başlamıştı. Hıçkırıkları biraz azalınca yeniden devam etti:

      –Suçlu sensin! Sen de her törende dükkanı kapatıp törene gittin. Zaten fakirdik, senin kinin bizi daha da fakirleştirdi. Her 24 Nisan’da yaktığın bayrak parçalarının yanık kokusunu, bu küçük evin her tarafına yaydın. Nefes alamadım biliyor musun? Şimdi git şu kutunun içindeki yanık bayrak parçalarını getir, bizim açlık kokan nefesimiz, belki yanık kokusuyla değişir. Her törene gidişinde ne kazandın? Zaten olmayan kazancımız biraz daha azalmadı mı?

      Suçlu sensin!.. Sende bu Sarkisyan’a oy verdin. Radyasyon elbisesi eskidiği için ölen oğlumu sen yem ettin. Paramız olsaydı orada çalışmasına izin vermezdim. Senin oğlun koruyucu elbisesi eskidiği için ölürken, senin oy verdiğin Sarkisyan lüks içinde yaşıyor. Avrupa’nın değişik şehirlerinde oğlumun ölümü şerefine şampanya kadehi kaldırıyor.

      Onların yüzünden açız, aç… Bak buraya: İşte Iğdır’ın ışıkları görünüyor. Burada osurursan, oradan duyacaklar. Markara Köprüsü’nden ucuz mal alacakken, aynı malı bize Gürcüler satıyor, Ruslar satıyor… Hem de iki-üç kat pahalı. Onların düşmanlığı, beni aç bıraktı aç… Onların düşmanlığı, senin içine kin olarak doldu. O kinle yattın, o kinle kalktın… Kininle hem kendini zehirledin hem de beni. Yetti artık… Yetti artık…

      Oğlum kahramanmış! Peh… S.... böyle kahramanlığın içine… Oğlum öldüüüüü! Oğlum öldüüüü… Ben bu kokuşmuş ülke için kahraman istemiyorum, oğlumu istiyorum. Oğlumu istiyorum…

      Şoger çıldırmış gibiydi. Gözleri fal taşı gibi açılmıştı. Ağlamaktan şişen gözleri yerinden fırlayacak gibiydi. Göğsü yerinden fırlayacak gibi inip kalkıyordu. Kikos, yerinden kalkmak istedi ama kalkamadı. O da ağlıyordu. Eli ayağı boşalmıştı. İlk defa Şoger’i bu kadar çılgın, deli, saldırgan ve aynı zamanda kararlı görüyordu.

      Şoger, ayağa kalkıp bir müddet öylece durdu. Sonra hiçbir şey demeden yatak odasına gitti.

***

      Yeraz, yatağında yan dönerek yastığına sarıldı. Uyanmıştı ama biraz daha uyumak istiyordu. Evini ve küçük yatağını özlemişti. İstanbul’daki yatağı kadar rahat olmasa da, yine de kendi yatağı onun için çok özeldi. Çocukluğunu hatırladı. Bacağını kıvırıp gözlerini tekrar kapadı. Perdenin köşesinden içeri giren güneş, tam Yeraz’ın yüzüne vurunca kafasını biraz geri çekti. İçi sevinçle doluydu. Uyuyamayacaktı. Tam kalkmaya karar verdiği anda annesi Nana’nın sesini duydu:

      –Yeraz, haydi kalk! Kahvaltı hazır!

      –Geliyorum anne.

      Yeraz, yatağında biraz gerindikten sonra kalktı. Perdesini açarak, Erivan’ın varoşlarındaki dar sokakları seyretti. Köşedeki çöp bidonu dolmuş, atıklar yerlere saçılmıştı. Yolun asfaltı yer yer kalkmış, gece yağan yağmur suyu çukurlara dolmuştu. Sokağın karşısındaki komşularının yırtık perdesi hafifçe aralanmıştı. Güneş şimdi kendi taraflarına vuruyordu. Öğleden sonraki güneş onların evini aydınlatacaktı. Havadaki güneşe baktı. Yer yer kümeleşen bulutların arasından içini ısıtan bu güneşi, havayı, bu dar ve kirli sokağı özlemişti.

      Bir an sokakta top aynadığı, arkadaşları ile birlikte ip atladıkları zamanlar aklına geldi. Yırtık ayakkabı ile utanarak okula gittiği zamanları hatırladı. Belki zor günlerdi ama çocukluğunu özlemişti. Bir an kahvaltıyı bırakıp sokağa çıkmak istedi. Nana’nın sesi yeniden duyuldu:

      –Yeraz, haydi kızım. Baban