zavallı arıcı hüzünlü olmasalar da umutsuz bir şekilde kovanların arasında oturdular. Biz de onlar gibi umudumuzu yitirmeyeceğiz. Ellerinden gelen her şeyi yaptılar, sonrasını bekleyip göreceğiz. Eşsiz keşfe giden yol tehlikesiz olmaz. Bu arada tren yol almaya devam ediyordu. Arı nöbetçileri ara sıra bez tamponları ıslatıyor ve arılar giderek artan sıcaklık karşısında susuzluklarını giderebilsinler diye filenin üstünden sıkıyorlardı. Yolculuk yapan her yüz arı kolonisinin su içmesi epey bir zaman aldı. Tren ise dur durak bilmeden yoluna devam ediyordu. Ve birden bir istasyonda bir kapı sesi duyuldu…
Gel buraya dostum, sevinmeliyiz, doğru yolu seçtik. İspanyol devriminin olduğu yıl bize çok sayıda öksüz İspanyol çocuğu geldi ve bunlar arasında Pakita adlı bir kız çocuğu vardı. Babasını devrim mücadelesinde kaybetmiş, bizim ekmeğimizle, bizim okullarımızda annesiz büyümüş bir kız. Ve düşünsenize güneyin bu sıcakkanlı İspanyol kızını soğutma müdürü yapmışlar. İşte tam da şu an bu siyah kıvırcık saçlı, kırmızı şapkalı soğutma müdürü Pakita vagona girdi.
Elbette, bizde İspanya’dakinden çok daha iyi ve akıllı kadınlar var, ancak İspanyolların hiç yoksa portakalları, ananasları, zeytinyağları, serenatları, Guadalquivir28‘i var ve bütün bunları birleştirdiğimizde elde ettiğimiz sonuç, soğutma müdürü olan bu kasketli İspanyol kızını, ilham perisine tipik iyi bir Rus kadınından çok daha fazla yakınlaştırıyor. Annelik içgüdüsüyle kadın, araştırma gezisinin kaçınılmaz zorluklarını hemen anladı, hararetli bir şekilde arıcıların yanında durarak onlarla birlikte vagona buz doldurmak için trenin gecikmesini sağladı ve kırık termometrenin yerine yeni bir termometre buldu. Yatmak için kullanılacak samanı kendi elleriyle getirdi ve hatta bizimkileri çay ve reçel ile besledi.
Buraya gel, buraya gel dostum! Pakita’ya bak, masalsı ilham perisinden neyi eksik? Sevinmelisin dostum; doğru yoldayız, kurtlara yem olmaktan kurtulduk.
Kutup Dairesi’nin ötesinde, kuzeyde dağın tepesini kaplayan çiçekler olur, yaban çileği ile yabanmersinin çiçeklenmesi ile dağ beyaza bürünür. Temmuz’da dağ pespembe olur. Bu pembelik, belki de yakı otunun üvez ağacının, buz çiçeğinin, ya da kim bilir, yabani biberiyenin, sardunyanın ve daha birçok bitkinin çiçeklenmeye başlamasıyla oluşur. Bir düşünsenize, her çiçekteki nektar sayısı bizdekinden iki-üç kat daha fazla ve her çiçek arı bekliyor, arılar ise Kutup Dairesi’nin dışına çıkarılmıyor.
Hatırlıyorum da gençken kuru havalarda Kuzey Kutup Bölgesi’ndeki çiçekler arasında gezinirdim, elbisem çiyden değil, baldan ıslanırdı ve ben o zamanlar yaşamın detaylarını göremiyor, Kolski yarımadasındaki doğanın insana neler sunabileceğini, ondan ne isteneceğini bilmiyordum. Kutup balını keşfetmemiz doğaya zarar vermedi. Çiçeklerdeki milyonlarca pud29 balın tek bir varoluş sebebi vardı: tozlaşma için arıların ilgisini çekmek. Oysa burada arı falan yoktu, arıları buraya biz getirdik. İşte keşfimizin ilginç yanı da bu.
Çiçekler arıyı bekledi. Eğer çiçekler beklediyse, güneş de çiçekleri bekledi demektir. Çiçeklerden bahsedeceksek, madem öyleyse neden güneşten de bahsetmeyelim? Bize yaşam sunan güneşin de arılara ihtiyacı var. Güneş, çiçekler, insanlar, herkes bekledi.
Tanrının isteği ve herkesin bildiği en eski birliktelik olan insan ile doğayı birleştiren bazı şeyler vardır yeryüzünde. Bunlar arasında ilk olarak ekmek gelir. Ancak ekmek yerken güneşi hissetmek için çok aç olmak gerekir ve bizler bunu balda daha kolay anlarız. İşte bu yüzden Hibinı’daki Apatitı istasyonunda arıların gelişini bekleyen pek çok insan, neşe içinde büyük bir bayram kutlarcasına şendi. Hatta soğutmalı vagonun kapısı açıldığında ve o sürüngen arılar ışığı gördüğünde uçup ardından kimini yanağından, kimini burnundan, kimini solundan, kimini sağından, kimini gömleğinin arasından, kimini gömleğinin altından sokmaya yeltendi ve herkes birbirine bakarak kahkahalara boğuldu. İşte Kutup Dairesi ardındaki arı yaşamı bu kadar yalın ve neşelidir. Arı ailelerinin yarısından çoğu burada, Hibinı’da kaldı ve arıcıların gözetiminde oldukça endişeli bir şekilde hazırlanarak araçlara yerleştirilmiş olan bu arılar “Endüstri” sovhozuna, Botanik Bahçe’ye ve Monçegorsk’a getirildi. Her zaman her yeni işte olduğu gibi bunda da arılar aç gelir diye getirmeleri gereken şeker stokunu hesap etmemişlerdi İşte bu yüzden ilk karşılamanın verdiği mutluluğun yerini endişe aldı. Bunda hiç kimsenin suçu yoktu ancak kuzeydeki yaz güneşi herkese huzur vermesi ve ufkun ötesine geçmesi gereken zamanda ufkun ardına gizlenmemişti. Ve sanırım o zaman güneş onların yüzünden durup sitemkâr bir şekilde şöyle dedi: “Şeker stokunu neden hesap etmedin?”
Bu gece yarısı tanığının sürekli seni izleyen gözlerinin uykuna engel olmaması için yerel doğaya iyice alışkın olmak gerek. Bu güneşli gecelerde Kutup Dairesi’nde ne kadar da suskun olur her şey! Bu öyle bir sessizliktir ki çiçek açan yabanmersinin sapları arasına sokulan bir böceğin avaz avaz sesi duyulur! Ağaçların dallarında ve yapraklarında yatan orman horozlarının horultusudur sessizlik. Gece, gece yarısı güneşinin sabit ışığı altında zaman akıp geçer ve gece kendini, yani bu geceyi anlatır: Herkes kendi işiyle meşguldür. Ortak yaşam, güneşin dansı ile başlar; güneş dans ederken hafiften titrer, kutup keklikleri öter ve bir komut verilmiş gibi herkes yüzünü yıkar ve ışıldamaya başlar. Arıların yanındaki bu ilk gece oldukça sessiz, aydınlık ve sıcaktı. Aç ve yorgun arılar, görünüşe bakılırsa iyi uyumuşlardı, uyurken “adeta bir düdük gibi” ses çıkarıyorlardı. Üstelik kraliçe arı da bu gece yumurtlamıştı.
İlk günün ışığıyla birlikte arılar uyandı ve uyanır uyanmaz, doğal olarak, dişi kâşif arılarını gönderdiler. Bu zamanlarda tundrada yabanmersini, yaban çileği, kuş fiği, buz çiçeği açmış, yakı otu ise yeni açmaya başlamıştı. Kısa bir süre uçan dişi kâşif arılar geri döndü ve kendilerine özgü dansı yaparak “Nerede hangi çiçek açmış? Hangisi yakın? Hangisi uzak? Hangi çiçeğe uçmak gerekir?” gibi bilgiler verdiler. Sonra işçi arılar bal toplamaya gitti, kraliçe arı ise yumurtladı. Bu ilk günde yorgun, aç ve bitap düşen arılar koloni başına ortalama iki kilogram bal topladılar. Bazı güçlü koloniler ise, daha ilk günden dört kilogram bal getirmişlerdi. Güneş, elbette ikinci geceye de eşlik etti ve insan ruhunun şahidi olarak gökle birlikte kaldı. Ancak arıcılar çok şanslıydı, bu şahide aldırmadan uyudular. Kovanların üzerine “İlk gün arılar gece yarısından sonra çalıştı, gece bir buçukta uyudular, ikinci gün on ikiye kadar uyudular, sabah dörtte kalktılar, üçüncü gün ise sabah sekizden akşam ona kadar çalıştılar.” diye yazıldı.
Araştırmacı Rodionov, ikinci arı kolonisini Kola şehri civarındaki “Arktika” sovhozuna getirdi. Kovanlıktaki kovanları düzenlerken Apatitı’da bırakılan arıların başına ne geldiği hakkında en ufak bir fikri yoktu. Arıların burada, ilk kez Kola yakınlarında, Kuzey Kutup Bölgesi’nde uçmalarına bizzat şahit olmuştu. Heyecanla kovanın uçuş deliğini açtı, arıların uçuştuğunu ve sonrasında yükselip bal toplamaya gittiklerini gördüğünde iyice heyecanlandı. Çok geçmeden çocuğun biri bağıra bağıra koşarak ona doğru geldi ve “Çabuk, çabuk, koşun, gidin arılara bakın!” dedi. Ve sürekli olarak “Dayı, dayı, arıların hepsi düşmüş,” diyerek Rodionov’u elinden tuttuğu gibi Kola nehri kıyısına götürdü. Endişe içinde çocuğun arkasından koşan arıcı “Nereye düşmüş?” diye boş yere sorup duruyordu ona. Çocuk “Nehre, dayı, nehre düşmüş,” diye cevap verdi. Kola nehrine koşar adım geldiler ve geldiklerinde tüm mesele anlaşılmıştı. Kola nehri geniş ve kum dolu bir sığ suydu. Su, bu resife gelir ve hiçbir zaman tamamen çekilmezdi.