adım atardı. Geceleri açık kovanla gider, gündüzleri ise uygun yerlerde durur ve arılar hemen yakınlarındaki çiçeklerden kovana bal taşırlardı.
Vay canına… Bundan tam 70 yıl önce, henüz ömrümüzün ilk yılları, 19. yüzyılın sonu, 20. yüzyılın başı! İvan Ustinıç’in o zamanlar gezici arıcılığı bilip bilmediğini ya da yeni mi keşfettiğini tam olarak bilmiyorum, ancak diğer komşumuz bu keşfi Amerika’nın keşfi gibi gördü ve ona kendi adını vererek yaygınlaştırdı. Bunu tam olarak anlatamayacağım, zaten söylemek istediğim de bu değil. Bana öyle geliyor ki arılarla olan birlikteliğimiz insanların karakterlerine yansıyor. Arılar, kendini öne atmamayı, keskin hareketlerde bulunmamayı ve iş yaparken fiziksel değil dikkat gücünü kullanmayı öğretiyor insanlara. İşte bu yüzden İvan Ustinıç bu yeni arıcılık yöntemini keşfederken işin etiket kısmıyla ilgilenmiyor: Keşfe kimin adının verileceğini önemsemiyor, zaten yaptığı keşifle bir numaraya yerleşti ve yerinde sağlam bir şekilde duruyor.
Yıllanmış memleketime şimdi televizyon ekranından seyreder gibi bakıyorum da onu her zaman sevmişim ancak hep bir şeyler eksik kalmış sevgimde. Onunla gurur duymadığım gibi, birisi başka birine memleketimin iyi olduğunu söylediğinde buna pek de inanmamışım. Daha yeni, daha iyi bir memleket için kuzeyde dolanıp durup halk masalları yazmadım mı? Ne var ki ne masallar ne de kuzeyin doğasının muazzam olayları işe yaradı. Bu hikâyenin ve mucizevi doğanın kalbindeki elbette bir insandı ve gece yarısı güneşi ve kuzey parıltıları ışığında memleketimdekinden daha perişan bir insan çıktığını gördüm. Bizde hiç yoktan bülbüller öter; elmalar çiçek açardı; orada ise bal toplayan arı bile yoktu.
Memleketimi bütünüyle keşfettiğim bugün, kuzeyde bize özgü bir şeyler bulduğumu anladım. Yoksa neden neredeyse her gün keşfettiğim onca şeyler arasından özellikle kuzey balına bu denli takılıp balın hangi güzel insanlar tarafından nasıl üretildiğini herkese anlatmak isteyeyim?
Şimdi masamın üzerinde lambaların altındaki kristal vazoda insanoğlunun uzun zamandır bildiği, ilk arının bir yerde çiçek bulduğu andan bugüne doğada var olan bu tatlı, hoş kokulu, şifalı maddenin yansımaları dans ediyor. Ancak doğada bilinen ve ulaşılabilir olan bu madde bize arıların hiç bulunmadığı bir yerden gelmiş ve tundra çiçeklerinin özünde bolca bulunan bu bal, arı olmadan insana ulaşamaz. İşte masada parıldayan bu balın yalnızca arılar tarafından yapılmadığını, dahası, özellikle Oka çayırlarının Ruslara özgü arı türünü oluşturmuş insanların çabasıyla Kuzey Kutup Dairesi’nde, daha kuzeyde olan Peçenga’daki Barents denizinin ötesinde, neredeyse eksi 17 derecede, Murmansk’ta, Monçeregorski’nin aşağılarında Hibinı dağları etrafında yapılan çalışmalar sayesinde var olduğunu kesin olarak söyleyebiliriz.
Tat, koku ve renk ile ilgili şeyler hakkında kesin konuşmak zordur. Zevkler ve renkler tartışılmaz. Hele hiç kimsenin tadını bilmediği, henüz keşfedilmemiş bir bal hakkında konuşmak iyice zordur. Aynı zamanda hiç bilinmeyen, hiç kimsenin tek kelime etmediği bir şey hakkında ilk sözü etmek de ayrı bir şey. Bana göre kutup balı bizim balımızdan çok daha lezzetli. Güney ve kuzey balı arasındaki fark, Kuzey ve Güney yarımküre arasındaki ışık farklılığından kaynaklanıyor. Ressamların güneyde ton dedikleri şey kuzeyde onun üzerinde farklı tona açılır ve bu yüzden ışığı daha hoş ve narindir. Gölgelerin, bulutların, suların, dağların dışında, kuzeyi çevreleyen her şey daha hoş ve narin, tabii olandan daha çok insana dayalıdır. Kuzeyde insan emeğiyle de olsa elde edeceğin mutluluk, güneyin tabiatının sana hâlihazırda sunacağı mutluluktan daha fazladır. İşte bu yüzden kutup tundralarından elde edilen bu bal, keşfedilmemiş bir şeyi ortaya çıkarmak ile ilgili olması açısından daha çok ilgimi çekiyor.
Bugünlerde kutup tundrasındaki çiçeklerde saklı olan milyonlarca kilo bal keşfedildi ve artık her kuzey insanının kendine özgü, eşsiz bir lezzeti olan kuzey balını sofrasına taşıyabileceği kesin olarak söylenebilir. Ülkemizdeki pek çok güncel keşif arasında bu buluş hâlâ tam anlamıyla fark edilmiş değil ve hiç kimse Kutup Dairesi ötesindeki bu yeni bal ülkesinin Kristof Kolomb’unun kim olduğunu söyleyemez. Masum toprakların yok edilmesine ve yağmalanmasına yol açan şu Amerika’nın keşfinden itibaren dünyada pek keşif olmamıştır. Her yaratıcı emek mutlaka bir buluşla sonlandırılmalıdır. Ancak emekçinin adını yabana atmamak, ona sahip çıkmak lazım, buluşu açıklayan sanatçının yaptığı işe de aynı şekilde sahip çıkmak, bir de bu isimleri keşfedenleri de unutmamak gerek, ancak bal için hangi kuzey insanına daha çok minnet borçluyuz bilmiyorum. 1934 yılında G. B. Ankinoviç ve V. Naumoviç ile birlikte Kutup ötesinde arıları 15 günlüğüne göçe götüren tarım uzmanı V. N. Demidenko’ya mı yoksa “Endüstri” sovhozunun23 başkanı S. M. Lozis’e mi, Moskova’daki orman koruyucularına mı yoksa Murmansk’taki Bölge Yürütme Komitesi ve Bölge Komitesindeki gönüllülere mi? Bu bağlamda arı yetiştirme enstitüsünde çalışanlar arasında biyolog doktor G. A. Avetisyan’ı da anmamak olmaz. Avetisyan, güneşli bir ülkede, Alagöz Dağları manzarası eşliğinde büyümüştür. Ağrı Dağı’na komşu olan pek kadim bir kültürde doğup büyümek ve yaşamak çok güzel olsa gerek! Ne var ki bizim arı yetiştirme sevdalısı mutluluğunu kutup ötesinde, akağacın 50 yılda sadece 20 santim büyüdüğü tundrada bulmuş.
Doktor Avetisyan “Bunda şaşılacak ne var? Kuzey ve güney iklimlerinin enlemi olduğu gibi yüksekliği de var,” dedi bana. Muhtemelen Alagöz Dağı’nın belirli bir yüksekliğinde o 20 santim boyundaki aynı akağacı bulabilirsiniz. Konuşmamızdan şöyle bir fikir ortaya çıkıyor: İnsan, yeryüzünde nereye giderse gitsin, ister enine ister boyuna dağlarda dolaşmış olsun, önemli değil. Önemli olan karmaşık memleket duygusunun içine bilinmeyen, eşsiz ve yeni olanın itici kuvvetinin girmesidir.
1949 yılı yazında Doktor Avetisyan Kuzey Kutup Bölgesi’ne gitmiş ve birkaç arı türü ile birlikte deneyler yaptıktan sonra Murmansklıların vatanseverlik duygularını fazlasıyla ateşlemeyi başarmıştır. Hepsi Kuzey Kutup Bölgesi nektarını çözme işine o kadar kendini kaptırmıştır ki kutup balının üretilebileceği geniş bölgeleri keşfederken bilimsel fikre mi yoksa yerel girişimcilerin vatanseverliğine mi ihtiyaç duyulduğu bugün artık anlaşılamamaktadır. Ancak ben kutup balının keşfini birkaç temel isim de olsa, insandan insana oradan da kutup balına uzanan, belirli kişilerin çabalarıyla oluşan bir zincir olarak tanımlamak isterim. Kendi adıma bu gerçekçi öyküde keşif konusuna o kadar çok girmek istedim ki bu başlı başına yeterli bir malzemeydi ve bu sebeple başka bir şey uydurmama gerek kalmadı.
Hep şöyle derim: “Eğer yazar hayatın kendisine tamamen yakın durup kendisini eşsiz doğuşun tanığı yapabilseydi, yazarın tüm uydurmaları gülünç ve gereksiz olurdu”. İşte bu yüzden ben okuyucuyla saklambaç oynamak istemiyorum ve sonucu en başta veriyorum: Bal bulundu. Bu benzersiz keşfin bir tanığı olarak bu balın nasıl keşfedildiğini ve bu konuda kimleri minnetle yâd etmemiz gerektiğini söylemek benim görevim.
Doktor “Kuzey Kutup Bölgesi’ndeki güneş boşuna 24 saat boyunca parlamıyor ve boşuna bu saatlerde yapmıyor yeşil bitkiler doğal görevlerini: Kuzeydeki çiçeklerin nektarı güneydekinden daha fazla olur ve yaz ortasında (Kuzey yazı) çiçekler güneydeki uzun yazdan daha çok bal verebilir,” dedi. İşte bu doğru! Ancak akağacın 10 Temmuzdan itibaren çiçek açtığını ve Temmuz sonunda yapraklarının sarardığını çok iyi bilen sıradan bir yerliye bunu nasıl inandırabilirsin? Arılar yalnızca Temmuz ortasında bal toplamaya başlıyor ve Ağustos başında bitiriyorsa bu doğru sözlere nasıl inanılır?
Yerli insan oldukça uzun bir süre tek başına ormanla, suyla ve taşla mücadele