Анонимный автор

Sovyet Öykü Seçkisi


Скачать книгу

ve çizgi film olarak ekranlara uyarlanmıştır.

      TAŞTAN ÇİÇEK

Gamze ÖKSÜZ41

      Taş işçiliğinde sırf mermerciler ün salmış değildi. Dediklerine göre bizim fabrikalarda da bu sanatla uğraşanlar vardı. Ama bir farkla; bizim buralarda en çok bakır taşı olduğu için ve bundan daha iyi bir cins de bulunmadığı için bizimkiler daha çok bakır taşını işliyorlardı. Ve bu taştan da türlü türlü şeyler yapıyorlardı. Bir görseniz aklınız şaşar. Neler neler…

      Bir zamanlar Prokopiç diye bir usta vardı. Bu işleri ilk yapanlardandı. Ondan daha iyisi yoktu. Yaşı geçkinceydi.

      Çiftliğin beyi, kâhyaya oğlunu Prokopiç’ten ustalık öğrenmesi için onun yanına koymasını emretti:

      “Bütün incelikleri öğrensin.”

      Ama Prokopiç, sanatından ayrı kalmak istemediğinden midir yoksa başka bir sebepten midir nedir bilinmez, delikanlıya pek az şey öğretti. İşi resmen savsakladı. Delikanlının kafasına vura vura şişlikler oluşturdu, kulaklarını koparırcasına çekti ve kâhyaya da şöyle dedi:

      “Bunda iş yok… Görüş yeteneğinde o incelik yok, elleri beceriksiz. Bundan bir iş çıkmaz.”

      Anlaşılan o ki, kâhyaya Prokopiç’in gönlünü hoş tutması tembihlenmişti:

      “İş yok diyorsan, yoktur… Bir başkasını göndeririz sana….”

      Ve bir başka delikanlıyı yönlendirdi ustaya.

      Gençler olup bitenleri duymuşlardı… Sabahtan akşama Prokopiç’in eline düşmemek için kaçışıp duruyorlardı. Anne-babalar da biricik evlatlarına bile bile işkence edilmesine razı değillerdi. Herkes kendi bildiğince bahaneler üretmeye başladı. Kimileri bakır taşıyla yapılan bu işçiliğin sağlığa zararlı olduğunu, bu işin sırf zehir olduğunu söylüyordu. Buna benzer bahanelere de sığınıyorlardı.

      Kâhya yine de çiftlik beyinin emrini tekrarladı ve Prokopiç’e çıraklar yolladı. Prokopiç ise bu delikanlılara kendi yöntemiyle ıstırap çektirdikten sonra onları kâhyaya geri gönderiyordu:

      “Bunda iş yok…” diyordu.

      Kâhyanın tepesi atmaya başladı:

      “Bu ne zamana kadar böyle sürüp gidecek? İş yok da iş yok, ne zaman iş olacak? Bu son gelene bari öğret…”

      Prokopiç, dediğinde diretti:

      “Benimle alakası yok… On yıl sürse bile öğretirim ama bu son gelenden de bir iş çıkmaz…”

      “Daha nasıl birini istiyorsun?”

      “Bana kimseyi göndermesen de fark etmez, çok da meraklısı değilim.”

      Prokopiç’le kâhya daha bir sürü genci denediler ama sonuç hep aynıydı: kafada şişlikler, akılda olan ise bir şekilde oradan kaçmak… Bazıları da sırf Prokopiç onları kovsun diye mahsustan işi bozuyordu.

      Bu iş Danilko Nedokormış’a42 kadar böyle devam edip durdu. Bu çocukcağız öküz ve yetimin biriydi. Yaşı o zamanlar en fazla on ikiydi. Uzunca boylu, hastalıklı gibi zayıf mı zayıftı. Ama temiz yüzlü bir çocuktu. Masmavi gözleri, kıskıvırcık saçları vardı. Onu önce çiftlik beyinin evinde çalışan Kazak kadının yanına verdiler. Tütün kutusu getir, mendil götür gibi gidiver geliver işlerine bakıyordu. Ama bu yetimin bu tür koşuşturmalara pek yeteneği yok gibiydi. Diğer çocuklar bu tür işlerde pervane gibi dönerlerdi. En ufacık bir şeyde hazır ola geçer “Ne emretmiştiniz?” diye sorarlardı. Bu Danilko ise bir köşeye siniyor, gözlerini bir tabloya ya da bir bezemeye dikiyor, öylece duruyordu. Ona seslendiklerinde hiç kulak asmıyordu. İlk başlarda tabi ki dayak da atıyorlardı ama sonradan el-kol hareketleriyle uyarmaya başladılar:

      “Ne kadar da alık! Çok ağırkanlı! Bundan iyi bir hizmetçi çıkmaz.”

      Onu fabrikaya ya da bakır madenine de vermemişlerdi çünkü fazlasıyla güçsüzdü. Bu işlere bir hafta bile dayanamaz, ölürdü. Sonunda kâhya onu çoban yamağı yaptı. Danilko burada da hiçbir işe yaramadı.

      Çocukcağız çok gayretliydi ama ne yapsa mutlaka kusurlu çıkıyordu. Sürekli bir şeyler düşünüyor gibi bir hali vardı. Gözünü otlara bir dikiyordu, haydi gel de inekleri bul bulabilirsen! Yaşlı çoban çok merhametliydi, bu yetime acıdı. Ama zaman zaman da kızıyordu ona:

      “Danilko, sen hiç adam olmayacak mısın? Kendi kendini mahvediyorsun, bu yaşımda beni de zor durumda bırakıyorsun. Bu işin sonu nereye varacak? Ne düşünüp duruyorsun öyle?”

      “Dedeciğim, ben de bilmiyorum… Öylesine… Hiçbir şey düşünmüyorum… Öylesine bakakalmışım. Küçücük bir böcek bir yaprağın üzerinde geziniyor. Mavimsi bir böcek ama kanatlarının altında sarıymış gibi görünüyor, yaprak ise kocaman… Diş diş olmuş kenarlarından fırfırlar çıkmış gibi. Bu kısımlarıyla daha koyu görünüyor ama ortası yemyeşil, sanki şimdi yeni boyanmış gibi… Böcek ise dolanıp duruyor…”

      “Danilko, sen deli misin nesin? Böceği incelemek sana mı kaldı? Dolanıyorsa dolanıyor, senin işin sığırlara bakmak. Bana bak, bu saçmalıkları kafandan at yoksa kâhyaya geri veririm seni!”

      Yine de Daniluşko’ya bahşedilmiş bir yetenek vardı. İhtiyarın yanında kaval çalmayı öğrenmişti. Akşamları sığır gütmeden dönerken kadınlarla kızlar yalvarırlardı:

      “Haydi Daniluşko, bir türkü çal.”

      Danilko da çalmaya başlardı. Hem de hiç bilinmeyen türküleri… Kâh orman uğuldar kâh dereler şırıldar, her türden küçük kuşlar ötüşür ve ortaya muhteşem bir melodi çıkardı. Çalıp söylediği bu türküler için kadınlar Daniluşko’yu sevgiyle selamlar olmuşlardı. Kimi üstüne giyecek bir şeyler dikiyor, kimi ayağına dolak örüyor, kimi yeni bir gömlek dikiyordu. Yemek konusunda ise bir şey söylemeye bile gerek yoktu. Herkes elinden geldiğince az ya da çok yemek vermeye çalışıyordu. Daniluşko’nun türküleri ihtiyar çobanın da yüreğine işliyordu. Ama ortaya ufak bir sorun çıktı. Daniluşko çalmaya bir başladı mı her şeyi unutuyordu; tabi sığırları da. Bu türkü işiyle birlikte onun felaketi de başladı.

      Bir gün Daniluşko kaval çalmaya dalmışken ihtiyar da biraz kestirmiş ve o arada içi geçmişti. Yavru sığırlardan bazıları sürüden ayrılmıştı. Sürüyü toplamaya gittiklerinde bir de baktılar ki yavrulardan hiç biri yok. Aramaya koyuldular ama ara ki bulasın. Sürüyü Yelniç nehri civarında otlatıyorlardı… Kurtların bol olduğu, ıssız bir yerdi orası… Sadece tek bir ineğin yavrusunu bulabildiler. Sonra sürüyü köye doğru güderek geri döndüler… Olan biteni anlattılar. Bakır taşı fabrikasından da yavruları aramaya koşanlar oldu ama hiçbirini bulamadılar.

      O dönemde nasıl hesap dürüldüğü malum! Her suç için sırtına bir kamçı yersin. Günahlardan en büyüğü ise kaybolan ineklerden birinin kâhyaya ait olmasıydı. O zaman artık hiç kaçış yolu yoktu. Önce ihtiyarı haşladılar, sonra sıra Daniluşko’ya geldi ama çocuk çok zayıf ve cılızdı. Çiftlik beyinin celladının ağzından şu laflar döküldü:

      “Şuna bir bak, bir kere vursan bayılır, ikincisinde ise ruhunu teslim eder.”

      Yine de acımadı, vurdu. Daniluşko ise susuyordu. Cellat bir daha vurdu, Daniluşko sustu. Üçüncü bir kez daha vurdu ve oğlan yine sustu. Cellat gitgide işi azıtıyordu, kolunun var gücüyle vurdu. Bir yandan da bağırıyordu:

      “Ben sana sessiz kalmayı