alır, hangisi gerginliği giderir… Yani her derde deva. Vihoriha, otları belli dönemlerde, onların en verimli zamanlarında toplardı. Birtakım otlardan ve onların köklerinden bir sıvı elde etti, sıvıyı kaynattı ve merhemlerle karıştırdı.
Daniluşko bu büyükannenin yanında yeniden dirildi. Yaşlı kadın hem şefkatli hem de konuşkandı. Kulübesinin her tarafında türlü türlü kurutulmuş kökler, otlar ve çiçekler asılıydı. Daniluşko’nun otlara karşı merakı vardı. Şunun adı ne, nerede yetişir, bu ne çiçeği? İhtiyar kadın ise ona her şeyi anlatıyordu.
Bir keresinde Daniluşko büyükanneye o bölgedeki bütün çiçekleri bilip bilmediğini sordu.
“Övünmek gibi olmasın ama herhalde açan tüm çiçekleri biliyorum.”
“Yoksa bir de açmayan çiçek mi var?”
“Tabi açmayanlar da var. Eğreltiotunu bilir misin? Sadece İvan Günü’nde43 açtığı söylenir. Bu, sihirli bir çiçektir. Onunla define bulurlar. Ama insanlar için zararlıdır. Koparırsan içinden ışık fışkırır. Onu yakalarsan bütün kapılar sana açılır. Aldatıcı bir çiçektir. Bunun dışında bir de taştan çiçek var. Bakır taşı dağında yetiştiği söylenir. Yılan Bayramı’nda44 gücünün doruğuna erişir. Bu çiçeği gören kişiler talihsizdir.”
“Neden talihsizdir, büyükanne?”
“Bunu ben de bilmiyorum evladım. Öyle derler.”
Bıraksalar Daniluşko, Vihoriha’nın yanında bir süre daha kalabilirdi. Ama delikanlının yavaş yavaş ayaklanmaya başladığını gören kâhyanın adamları, durumu derhal kâhyaya bildirdiler. Kâhya, Daniluşko’yu yanına çağırdı ve şöyle dedi:
“Artık bundan sonra Prokopiç’in yanına gideceksin ve bakır taşı işini öğreneceksin. Tam sana göre bir iş!”
Eh, emre karşı gelinmez. Daniluşko yola koyulda ama hâlâ rüzgâr estikçe sallanıyordu.
Prokopiç, çocuğa şöyle bir baktı:
“Bir böylesi eksikti,” dedi. “Sağlıklı çocuklar bile buranın şartlarına dayanamıyor. Böyle birinden nasıl iş beklersin ki, ayakta zor duruyor.”
Prokopiç, kâhyanın yanına sokuldu:
“Ben bunu istemem. Kazara ölüverirse sorumluluk alamam.”
Ama kâhya bu sözlere kulak asar mı?
“Emrine verildi bir kere. Akıl vermeyi bırak da ona işi öğret! Bu delikanlı güçlü biri. Maraz olduğuna bakma.”
“Siz bilirsiniz,” dedi Prokopiç. “Madem ki emredildi. İşi öğreteceğim ama günahı benim boynuma değil.”
“Günahı kimsenin boynuna değil. Bu çocuk kimsesizin teki. Eti senin kemiği bizim,” dedi kâhya.
Prokopiç eve geldi. Daniluşko onun evinde tezgâhın başında ayakta duruyor, bakır taşından bir levhayı inceliyordu. Levhanın üzerine bir oluk açılmış, bir kenarı kırılmıştı. Daniluşko işte bu noktaya odaklanmıştı ve hafifçe başını sallıyordu. Yeni gelen delikanlının bunu farketmiş olması, Prokopiç’in ilgisini çekti. Koymuş olduğu kurallar gereği sert bir dille sordu:
“Sen ne yaptığını sanıyorsun? Kim senden eşyalarımı eline almanı istedi? Öyle neye bakıp duruyorsun?”
Daniluşko cevap verdi:
“Bana kalırsa, dedeciğim, levhayı bu kenarından kesmemeli. Bak, görüyor musun? Burada bir desen var ama o da kesilecek.”
Prokopiç sinirlenip bağırmaya başladı elbette:
“Ne? Sen kim oluyorsun? Usta mısın? Daha elin malzeme görmemiş, bir de akıl mı veriyorsun? Sen bu işten ne anlarsın ki?”
“Anladığım şey, insanların bu levhayı bozduğu,” diye cevap verdi Daniluşko.
“Kim bozmuş? Ha? Daha dünkü çocuk, başıma ustabaşı kesilmiş!.. Ben sana bozulmak neymiş göstereceğim… Kemiklerin elimde kalacak!”
Esti, gürledi ama Daniluşko’ya bir fiske bile vurmadı. Prokopiç bu sefer levhayı hangi kenarından kesmek gerektiğini kendisi düşünmeye başladı. Daniluşko bu konuşmayla hedefi tam ortasından vurmuştu. Prokopiç iyice bağırıp hırsını aldıktan sonra sakinleşip sordu:
“Hadi bakalım, ustabaşı, göster, sence nasıl yapmalıyız?”
Daniluşko hem anlatmaya hem de göstermeye başladı:
“İşte böyle bir desen ortaya çıkmış. Ama levhayı daha dar tutup desensiz kısmından kessek ve sadece üst tarafından ufak bir çatkılı çerçeve bıraksaydık çok daha güzel olurdu.”
Prokopiç durup durup bağırmaya başladı:
“Hele bak sen şuna… Tabi ya! Çok iyi anlıyorsun. Yememiş, içmemiş, kafasında bunları biriktirmiş.”
Kendi kendine ise şöyle düşünüyordu: “Delikanlı doğru söylüyor. Dediği gibi yaparsak iyi olacak. Ama onu nasıl eğitmeli? Bir kerecik vursan iki seksen yere uzanacak.”
Prokopiç içinden bunları geçirdi ve Daniluşko’ya şöyle dedi:
“Bu işi kimin yanında öğrendin?”
Daniluşko kendi hikâyesini anlatmaya başladı:
“Yetim olduğumu söylüyorlar. Annemi hatırlamıyorum, babamın kim olduğunu ise hiç bilmiyorum. Bana Danilko Nedokormış derler. Babamın adını bilmiyorum.”
Daniluşko çiftlik beyinin evine nasıl geldiğini ve oradan neden kovulduğunu, sonra yazın nasıl inek güttüğünü ve orada nasıl dayak yediğini anlattı.
Prokopiç üzüldü:
“Delikanlı, görüyorum ki hayat sana gülmemiş, üstelik bir de benim elime düştün. Bizim meslek ağır iştir.”
Sonra öfkelenir gibi oldu, homurdanmaya başladı:
“Ee, bu kadar yeter! Şuna bak, nasıl da çenesi düşük biri çıktı! Keşke herkes eliyle değil de diliyle çalışabilseydi. Bütün gece boş boş çene yarıştırdım! Çırak da öyle! Yarın göreceğiz bakalım ne akıllar vereceksin. Şimdi otur da yemeğini ye, sonra da yatma vakti!”
Prokopiç yalnız yaşıyordu. Karısı çoktan ölmüştü. Ara sıra uğrayan ihtiyar komşu Mitrofanovna, ev işlerine yardımcı oluyordu. Sabahları kulübeye çekidüzen veriyor, yiyecek bir şeyler pişiriyordu. Akşamları ise Prokopiç yapılması gerekenleri kendisi hallediyordu.
Yemeklerini yediler.
“Şu sedirin üstüne yat!” dedi Prokopiç.
Daniluşko ayakkabısını çıkardı, sırt heybesini başının altına koydu, üstündeki keten gömleğine büründü, hafifçe büzüştü. Ne de olsa sonbaharda kulübe soğuk oluyordu. Yine de bu halde hemencecik uykuya daldı.
Prokopiç de yattı ama uyuyamadı. Bakır levhadaki desen üzerine yaptıkları konuşma aklından çıkmıyordu. Bir o yana bir bu yana dönüp durdu, kalktı, mumu yaktı ve tezgâha doğru gitti. Bakır taşı levhasını her türlü ölçtü. Bir kenarını kısaltıp öbür tarafına ek yaptı, küçülttü; öyle koydu, böyle döndürdü ama en iyi desen gerçekten de delikanlının gösterdiği şekilde çıkıyordu.
“Demek Nedokormış buymuş!” diye şaşırdı Prokopiç. “Henüz yolun başında ama ihtiyar ustabaşına gününü gösterdi. İşte göz dediğin budur! İşte budur!”
Sessizce depoya gitti,