iri kara gözleri ışıldıyordu, yüzü hiç olmadığı kadar canlıydı. Sanki ruhu büyük bir zevk tarafından kuşatılmış gibiydi.
Lyusya şöyle dedi:
“Haydi gençler, siz de dinleyiniz. Sizin de ilginizi çekebilir.”
Heyecandan titreyen parmaklarıyla sayfalara göz atıyordu.
“İşte! İlk olarak: muazzam, tüm evrene mal olmuş bir deha. Neredeyse tek bir sezgi yoluyla, bilim tarafından ancak onlarca yüzyıl sonra onaylanacak dünya anlayışını inşa ediyor. Siz sadece dinleyin! Tüm evren atomlardan meydana gelir. Sayısız alem vardır. Her şey maddeden oluşur. İnsanlar solucanlar gibi, herhangi bir yaratıcı ve mantıklı bir sebep olmadan dünyaya gelirler. Var olma mücadelesi onlara her şeyi öğretir. Duygular ve düşünceler, yalnızca bedenin değişimleridir… Demokritos, bunların tümünü iki bin yılı aşkın bir süre öncesinde söylemiş!” diye Lyusya hayranlıkla haykırdı.
Leonid Aleksandroviç elini yumuşak bir şekilde Lyusya’nın dirseğinin üzerine koydu:
“Lyusya, bu o kadar da tutku verici değil! Aşırı heyecan yapıyorsun, gece uyuyamayacaksın.”
Lyusya öfkeli öfkeli gözlerini Leonid’in üzerine dikti:
“Aman Tanrım! Uykusuz bir geceden korkmamanı sağlayacak herhangi bir sevinç biliyor musun ki?”
Ve konuşmaya devam ediyordu. Sinirleniyor, sözleri kendi ışığıymışçasına hararetli bir şekilde ışıldıyordu. Lyusya, Antik Yunan’ın yüce zekasının karşısında tam manasıyla kendinden geçmişti.
Leonid Aleksandroviç, Lyusya’nın şu an yaşadığı bu boyuttaki sevinci kendisinin hayatta hiç tatmamış olabileceğini düşünüyordu. Çünkü onun en parlak coşku doruğu bile düşünceleri yüzünden bulanıklaşırdı: “Üstesinden gelemeyeceğim, hiçbir sonuç çıkmayacak!”. Ve Lyusya’nın etrafındaki küçük ya da büyük her şeyden keyif alabilmesi çok şaşırtıcıydı. Beethoven’ın senfonisinden ya da bir gece vakti bataklıktaki hayvancıkların cıvıltısından, büyük bir insanlık başarısından ya da kremalı çilekten, hepsi hakkında “Ah, nasıl da güzel” diyerek her şeyden mest olurdu.
Lyusya devam ediyordu:
“Yine bu kitapta şöyle diyor: Seneca9, Demokritos’u “Eskiçağ’ın en ince filozofu” diye nitelendirirdi. Günümüzde hangimiz onu tanıyoruz ki? İşte şimdi, en önemlisi geliyor, dinleyiniz! En yüce mutluluk nerededir? Sadece tek bir şey önemlidir: euthymia. Eu Yunancada iyi, güzel, thymos da ruh anlamına gelmektedir. Bunu kitaptaki çevirmen, “ruhun güzel hali” olarak çevirmiş. Ruhun güzel hali!.. İnsan lezzetli bir şeyler yer, sigara içmeye başlar, kahvesini yudumlar – işte ruhun güzel hali. Ancak bunu nasıl çevirmek gerekir? Dünyayı güzel görme, iyi niyet taşıma… Tüm bunlar bizde zaten var olan ve anlamına tam olarak kavuşmuş ifadelerdir. Bize başka bir kelime lazım. Bana göre işte şöyle: mutlu bir ruh hali. Dinleyiniz ya!”
Leonid Aleksandroviç endişeli bir şekilde Anna Pavlovna ile bakışıyordu. Bu coşkunluk hali Lyusya için bile tamamıyla sıradışıydı, içindeki ateş onu adeta kavuruyordu. Ancak buna bir son vermek onu kızdırmaktan başka bir işe yaramazdı.
Lyusya kitaptan bir bölüm okuyordu:
“Hedef, mutlu bir ruh halidir. Bu kavram, kendi anlayışlarına göre kimilerinin yorumladığı gibi şeytanların korkutmasına, diğer korkulara, acıya ve endişeye kapılmadan, kalbin sevinçle ve kaygısızca yaşadığı keyif kavramı ile özdeş değildir.” Demokritos, bu hali, korkusuzluk ve mutluluk diye de nitelendiriyor… İşte! Gerçekten de mükemmel değil mi?”
“Mükemmel!” diye karşılık verdi Leonid Aleksandroviç. Anna Pavlovna da buna katılarak başını salladı. Gençler, belirsizce uğultu şeklinde bir şeyler söylediler ve içten içe kayıtsız kaldılar. Demokritos’un dünya anlayışı onlar için en banal aksiyomdu, mutlu bir ruh hali de kendilerinde zaten o kadar fazlaydı ki onun propagandasını yapmak tuhaf gelmişti. Onlar, Lyusya’nın canlanma coşkusunu şaşkınlıkla izliyorlardı. Lyusya’nın nezakete ne kadar ihtiyacı olduğunu konuşuyorlardı. İra, Boris ve Val-ya birbirlerine bakıyorlardı.
“Nasıl da harika bir gece! Gidelim çocuklar, nehir tarafına doğru geçelim.”
“Haydi gidelim!”
Yüksek sesle konuşa konuşa ufukta şimşekler tarafından aydınlanan endişe yüklü karanlıkta gözden kayboldular.
Lyusya sevgi dolu bir gülümsemeyle kitabın sayfalarını çeviriyordu. Yorgun bir sesle şöyle dedi:
“Ruhun açıklığı, hayat ve acılar karşısındaki korkusuzluk – işte mutluluk budur! Lenya, canım benim, bu noktada mutluluğun ne kadar çok olduğunu anlamanı çok isterdim! Sen ise bazı “şeytanları” tamamen kendi kafandan uyduruyorsun! Of, bu şeytanlar senin sanatını da bir anda elinden çalacaklar diye nasıl da korkuyorum!..”
Aniden Lyusya’nın sesi kesildi. Gözleri bilinçsizce bakmaya başladı. Daha da solgunlaşmış yüzü omzuna doğru kaydı. Kitap yere düştü. Ve Lyusya tüm bedeniyle koltuktan yere doğru kaydı gitti.
Boris, Lyusya’yı her zaman iyileştirmiş olan Profesör Bagadurovıy’a doğru Leonid Aleksandroviç’in arabasıyla adeta uçuyordu.
Yanıp kül olan ateş, son parlak ışığıyla son kez alev aldı ve sönmeye yüz tutarak zayıfladı.
Lyusya hızla ölüme yaklaşıyordu. Çok az konuşabiliyordu. Tüm gücüyle aniden kocasına şöyle dedi:
“Lenya, biliyor musun ölümün kendisinde bile gizli bir sevinç var. Ve ölmek, bana çok ilginç geliyor. Aniden yaşamın çok ötesinde oluyorsun! Ben bu duyguyu hiçbir şekilde böyle ummazdım. Oh, nasıl da güzel!”
Leonid Aleksandroviç, onu Moskova’ya götürmek istiyordu. Ancak Lyusya ısrarla reddediyordu.
“Bu kadar tedavi ve kaplıca yeter. Bana artık hiçbir şeyin yardımı dokunmaz, ben ise sararan akağaçları, açık havada ışıldayan örümcek ağlarını, serçelerin gece titremelerini görmek istiyorum.”
Gün geçtikçe Lyusya daha da fazla zayıflıyor ve güçsüzleşiyordu. Kansızlık sorunu hızla artıyordu. Kulaklarında hiç dinmeyen çok eziyet verici bir ses çınlıyordu.
Leonid Aleksandroviç başını hafifçe eğdikten sonra Lyusya’nın yatağının başucuna oturdu. Yağmur pencerelere vuruyor, gök gri renge bürünüyor, sarı yapraklarını saçarcasına havaya fırlatan dişbudak ağacının dalları rüzgârın altında çırpınıyordu. Lyusya, boylu boyunca uzanmış, gözleri kapalı bir şekilde yatıyordu ve adeta kendi kendine konuşurcasına kısık bir sesle şöyle mırıldandı:
“Kulaklarımda nasıl da tuhaf bir çınlama var! Sanki bin tane çekirge etrafımda cırıldıyor. Bizim Opasovo’nun10, büyük bahçemizin temmuz güneşi ile sarmalandığı çocukluğum aklıma geliyor.
Orada uzakta acı bir hava parıldıyor,
Uyukluyormuşçasına sallanıyor,
Öylesine can sıkıcı, uyku getirici ve ağdalı ki
Çekirgelerin dinmek bilmeyen sesi!..
Daha sonra ise gece oluyor. Günün ardından sıcak taş sundurmadan boğucu bir hava solunuyor. Çiy düşüyor. Cırcır böcekleri kaygısızca cırıldıyor… Nasıl da güzel!”
ALEKSEY PAVLOVİÇ ÇAPIGİN