(Белый скит, 1912), Lebyaj Gölleri Üzerinde (На Лебяжьих озёрах, 1918), Benim Hayatım (Жизнь моя, 1929) adlı öyküleri; Aylaklar (Лободыры, 1923), Beyaz Ova (Белая равнина, 1924) ve Kar Yağmadan Önce (Перед снегом, 1925) hikayeleri, daha sonra ise özgürlükçü hareket doğrultusunda kaleme aldığı tarihi roman Razin Stepan (Разин Степан, 1924-1927) ve bir macera romanı olan Gezen İnsanlar (Гулящие люди, 1937) yayımlanır. Roman, öykü ve hikâyenin yanı sıra birkaç tiyatro oyunu yazar, sinema alanında çalışır ve ilk sesli film olan Altın Dağlar (Златые горы, 1931)’ın senaryosunu yazar.
Çapıgin, 21 Ekim 1937’de Leningrad’da yaşamını yitirir.
AYLAKLAR
Nehir genişçe ve kasvetliydi. Nehrin arka tarafında sapa bir yerde bir köy bulunuyordu. Burada köyler oldukça azdır. Nehir doğuya doğru akıyor, bir yerde kuzeye dönüyor ve döndüğü yerde oluşan çağlarca12 gürlüyordu. Çağlarca-da gece gündüz, yaz kış demeden sular köpürmekteydi.
Beyaz uçurtmaya benzeyen bir martı uçuyor, bu yalnız martının arkasındaki gölgesi de yokuş boyunca zaman zaman arkasında kalarak uçuyordu. Kızıllığıyla parlayan kocaman güneş ise yavaş yavaş batmaktaydı.
Çağlarca gürlüyordu. Kıyılarda bir yerlerde ovalar henüz biçilmemişti. Çimlerde sarı gövdesiyle minik bir papatya görünüyordu. Beyaz ve pembe renkli bir yonca ise çimlerin arasından bakıyor gibiydi.
Nehirden ıslak çam kokusu geliyor, sağanak yağış, tepelerden çavdar kokusu taşıyor, ileride, yol üzerinde yığılmış bitki demetlerinin şapkaları görünüyordu.
Nehir kenarı boyunca köylüler ve delikanlılar, evlerinin düzenli, fakat bir o kadar da tembel kargaşasını büyük bir özlemle hatırlayıp birbirleriyle konuşarak yürüyorlardı. Delikanlılar ise kıyılara yapışan alaşımı zıpkınlarla sürüyorlardı.
Kütükler nehirde birer yarışçı gibi miskin miskin yuvarlanıyor, ağır ağır kımıldıyor, çağlarcanın eğimine giden akıntıya düştüklerinde daha hızlı yüzmeye başlıyor ve çağlarcaya çoktan varmış oluyorlardı. Taşlara değdiklerinde sanki onların engel olmalarına kızmışçasına sağa sola sıçrıyorlardı. Kütükler çağlarcanın eğimi altındaki taşlara tutunuyor, karşıdan gelen kütükler ise onları sıkıştırıyordu. Su tıslıyor, ıslık çalıyor, arkadan gelen yeni kütükleri yakalıyor ve düzensiz bir yığın halinde biriktiriyordu. Sıkışan tomruk yığını da büyümeye devam ediyordu.
Su, daha kızgın bir hal alıyor, kütükleri bir yukarı bir kenarlara doğru dağıtıp duruyordu. Kütükler gıcırdıyor, hışırdıyor ve sakince yerlerini aldıktan sonra daha da fazla tomruk yığını oluşturarak, insanlarda derin bir kaygı yaratıyor ve bu sıkışıklığı açmak için büyük bir emek gerekiyordu.
Kıyıda tırpanla geçen insanlar ara ara bağrışıyorlardı:
“Çocuklar-lar!”
“Ne oldu?”
“Çağlarcaların kenarında bir kütük battı-tı!”
“Ev cini de onunla batsın-sın!”
“Demek oluyor ki, müfettiş bir hafta kalacak!”
“Ateşin kenarında uyuyalım!”
Alaşımın yerine ulaşıp ulaşmaması, ellerinde tırpan olan insanların umurlarında bile değildi. Bildikleri tek şey, kendilerini Yürütme Komitesi’nde toplayıp sürgüne gönderdikleri ve bir hafta sonra da değişim olacağı idi. Ama değişim gerçekten olacak mıydı, bilmiyorlardı.
Güneş battı, etraf hızlıca kararmaya başladı. Her yer sessizleşti. Sadece tomrukların sıkışıklık meydana getirdiği yerde çalışmalar kesintisiz bir şekilde devam ediyordu. Çağlarcanın yanındaki taşlar alaşımın başına tutunuyor, su ise kütükleri kuyruğundan sürüklüyor ve kütükler sıkışıklığın olduğu yere doğru uçarcasına akıntı boyunca ilerliyordu.
Çalılıklardan, kıyılardan ve koruluklardan insanlar gruplar halinde kütüklerin oluşturduğu tıkanıklığa doğru ilerliyorlardı.
“Mola-a çocuklar-r!”
Sarp kıyıdan işçi başının siyah sureti ses verdi:
“Aylaklar, mola!”
“Lak-lar-lar – - -ar!” Ses nehir boyunca uçsuz bucaksız yankılandı.
“Dedik ya, haydi! Mola veriyoruz…”
“Uyuyun siz! Hiç çalışmayın zaten!”
Kıyılar simsiyahtı. Nehrin suyu donuk bir şekilde parlıyordu. Kütüklerin üzerinde sessizce hareket eden köpük ise ışıldıyordu. Rüzgârın uğultusu suyun gürültüsüne karışıyordu. Dalları ve tepeleri sallanarak kıyılara kadar yaklaşan yaşlı orman, gürlüyordu.
Kuzeyin ışıltısı alevlenerek siyah duvarlarla çevrili ağaçlardan oluşan ormanı, çam ağacının gövdesini, akağacı ve köknarı bir anda ayırdı. Yeşil ve beyaz renkli pırıltılar içinde, dar boğazın ortasında uzanan kütük yığını açıkça görülüyor, giderek ulaşılması zor bir hal alıyor ve felakete yol açacak şekilde büyüyordu. İşçiler ise kendi aralarında konuşuyordu:
“Çocuklar, nehir bize köprüler döşüyor!”
“Aylaklara mezar düzüyor!”
“Çocuklar-r! Kimin yanında kibrit var?”
“Balta ile kesebilirsen, kütüklerden istemediğin kadar kibrit çıkar!”
Baltalar ses çıkarıyor, ağaçlar hışırdıyor, kamp ateşleri sıçrayan alev dairelerinin etrafını sararak birbiri ardına yanıyor, nehir boyunca kırmızı lekeler halinde parlıyordu.
Dağın tepesinde, nehrin alt tarafında bir zamanlar bir köy vardı, fakat artık yok. İzbeleri kaldırdılar, hamamlar ise bir yerlerde kaldı. Tepe üzerindeki hamamlardan birinin önünde bir nöbetçi sureti görünüyor ve belli belirsiz kararıyordu. Koruduğu mekân gibi terkedilmişe benziyordu. Hamamın penceresinden loş bir ışık geliyor ve iki kişi zaman zaman haykırarak şarkı söylüyordu:
Ayı boynuzundan nasıl da tuttu ineği!
E, artık gencim, değilim kocamın uşağı!
Kulübe kilerinin yakınında duran sandalın üzerinde, sacayağının altında işçi başı ve orman müfettişi çay hazırlıyorlardı.
Kıyıda işçiler lapa ve çorba kaynatıyordu. Ateşin yanında kâh siyah kâh gri eski püskü giysiler, ara ara kırmızı bir gömlek parçası ve katranla kötü bir şekilde boyanmış çizmeler, zaman zaman da ıhlamurun iç kabuğu ya da çıplak bacaklar ve katılaşmış ayaklar parlıyordu.
“Su değirmeni gürüldüyor” dedi biri. Diğerleri ise kendi fikrini söylüyordu:
“Baykal’dan rüzgâr esiyor! Şuna bakın, yarın yağmurla birlikte nemli ve bulutlu bir hava gelecek.”
“Evet, yağmur fena ıslatacak… Şeytanlar da hamamda şarkı söylüyorlar.”
“Onları ıslatmaz! Onlar üşümez…”
“Yakacak odun çok, fakat ormandan yakacak odun alınmaz…”
“Peki, kardeşlerim, hamamdakiler kim?”
“Eski işçiler! Haritanko