Hadiselerin Mantıki Zinciri – İslami Gelenekler ile Sosyoloji İlminin Kurallarının Birbirine Uygunluğu
1. İran Devlet ve Medeniyeti
Nice seneler, asırlar, şan ve şevketle varlığını devam ettirdikten sonra artık İran devleti kocamış, yıpranmış ve dağılmaya yüz tutmuştu. İran medeniyeti, nice asırlar ışık saçmış olduktan sonra artık sönmeye başlamıştı. Zerdüşt’ün dini hâlâ devam etmekte ise de İranlılarda din, bir hurafeler ve merasim silsilesinden, ruhsuz bir hâlden ibaret kalmış ve hele ahlaki faziletler tam manasıyla mahvolmuş idi.
Gerçi İran, hâlâ Doğu’nun en muazzam devleti hâlini muhafaza etmekte ise de bu azametin en küçük bir imtihana dayanamayacağı ve ilk çarpışmada dağılmış, takatten düşmüş olan o büyük vücudun parçalanacağı muhakkak idi. İran’ın sosyal durumu yorulmuş ve dinlenmek için tembellik ve durgunluk yatağına yatmış idi. Durgunluk ise bir sosyal düzen için yok olma, sönme alametidir. İşte İslam’ın varoluşunda, ortaya çıkışında, dünyanın en büyük iki hükûmetinden birisi olan İran bu hâlde idi.
2. Romalılar, Yunan Medeniyeti ve İbraniler
Romalılara gelince: Onların sosyal durumunu ve düzenini sarsan rüzgârlar başka yönlerden esiyordu. İsrailoğulları’ndan çıkan bir peygamberin, Allah’ın birliği fikri üzerine kurulmuş dini, yaradılıştan tabiatperest ve çok tanrılı olan Aryanilere geçince pek garip bir ahlaki durum meydana getirmişti. Hz. İsa bir şeriat koyucu değil, bir yenileyici idi. Onun şeriatı da Hz. Musa’nın şeriatı idi. Bir şeriat, dinî hükümler ile beraber birçok âdeti ve sosyal görüşü içerisinde barındırır. Âdetlerin ve sosyal görüşlerin, içinde meydana geldiği kavmin ruhi durumu ile uygunluk göstermesi zaruri olan şeylerdendir. İsa Aleyisselam’ın dini yabancı bir zemine intikal etmişti. Daha ilk adımda Sami dehası, Aryani dehası ile çarpışacaktı.
Böyle bir çarpışmadan ise üç netice çıkabilirdi;
Birincisi, yabancı fikrin, yerli fikri tamamen kendisine uygun bir hâle getirmesi.
İkincisi, yabancının yerliye uygun bir hâle gelmesi.
Üçüncüsü ise her ikisi karışıp kaynaşarak ortada yeni ve melez bir fikrin görünmesi.
İsevilik, birinci şekilde başarılı olamadı. İbraniler, medeniyet ve sanatlarda, felsefe ve bilimlerde Aryanilerden çok geri idiler. İbraniler tarafından yayılan İseviliğin Roma ve Yunan medeniyetine galip olması eksik bir medeniyetin daha gelişmiş bir medeniyete, bilginin zemininde galibiyeti demek olurdu.
Aryani medeniyeti ise İbrani havarilerinin getirdiği şiddetli dinî aşktan, ahlaki yücelik ve temizlikten ve özellikle sevgi ve şefkat gibi mukaddes prensiplerden mahrum idi. Bundan dolayı yeni dini tamamen kendine uygun hâle getiremezdi.
Bu iki fikrin çarpışması bir izdivacı gerekli kıldı ve ondan “Hristiyanlık” doğdu. Yeni doğan bu çocuk, her izdivaçta olduğu gibi, baba ve anasının ortak özelliklerini aldı. İbraniler, Aryanilere küçük ve saf bir cemiyeti idare etmeye yetebilecek birkaç yüce ahlaki prensip ve Allah’ın birliği fikrini götürmüşlerdi. Aryaniler, prensiplere kendi sosyal görüş ve geleneklerini ilave ettikleri gibi “tanrı çokluğu” fikrini de ilave ettiler. İsevilikte halik bir iken Hristiyanlıkta (kelime oyunundan vazgeçilirse) üç oldu. Hint’in “Trimurti”sini, Eski Mısır’ın teslisini andıran bu ilah sistemi bir kere kabul olunduktan sonra, ikinci derecede ilahlar yerine de sürülerle şehitler, azizler getirilerek yine eski dine geri dönüldü. Gerçekten Hristiyanlık ile Yunan ve Roma putperestliği arasındaki fark hiçbir hakikat ifade etmeyen “Allah birdir.” cümlesinin eklenmesinden ibaret kalmıştı.
Eski Jüpiter veya Zeus’un ismi değiştirilmiş ve “Baba” unvanıyla yine uluhiyet makamında bırakılmıştı. Jönon, Azra (kızoğlan kız, Hz. Meryem’in sıfatı) ismini, Promete de Mesih (Hz. İsa’nın sıfatı) adını alarak din sisteminin esası kurulmuş idi.
Bu yeni din, her tarafta aynı tesiri yapmıyordu. Ciddi ve azimli olan Romalılar ve genel olarak Batılılar, Hristiyanlığın (her yeniliğin muhite göre tesiri kanunuyla) varlığından yeni bir hayat kuvveti ve düzen fikri almak suretiyle istifade etmişlerdi. Fakat Roma medeniyetiyle, Yunan medeniyetinin farkları, Hristiyanlık adı altında gizlendikten sonra da çok açık bir şekilde görülmektedir.
Yunanlılık, Romalılığa manen galip geldikten sonra, Doğu imparatorluğunda yeni din, eskisi gibi oyuncak olmuş ve hükmü kalmamıştı. Netice olarak Doğu imparatorluğu da İran gibi çok büyük ve fakat kokuşmuş, dağılmış bir varlık gösteriyordu.
Hint, Çin’e yakın bir tarihî özelliklere sahiptir. Kendi yağı ile kavrulmasını seven bu büyük ülke, fatihler yetiştirmediği gibi misyonerleri de yetiştirmemiştir. Hintlilerin gayretiyle değil, kendi kendine ve yabancıların istekleriyle Uzak Doğu’ya doğru yayılan Buda dininden sonra, Hint’in cihanın her yanına din yaymaya meylettiği görülmemiştir. Gerçi Hintlilerin bazı felsefi fikirleri Yunanlılara ve Romalılara kadar gelmişse de yerel mitolojilere karışmış veyahut yerel felsefe ekolleri içinde gizlenip gözden kaybolmuştur.
Hristiyanlığın ortaya çıkmasından ve millî istiklallerinin mahvolmasından sonra Yahudiler, müthiş bir düşmanlığa maruz kalmış, serseri ve zelil, her türlü nüfuzdan mahrum ve her vatanın yabancısı olmuştu.
Bu durumlar, incelenir ve değerlendirilirse tamamıyla görülür ki gerek dinin genel durumu ve gerek diğer medeni hususlar fena bir duraklama ve hatta gerilemeye uğramıştı.
Aryani medeniyetinin ahlaka aykırı ve bozuk tarafları, dinin ahlak ve temizliğini bozmuş ve yok etmişti. Dinin şekil ve tutucu yönleri, medeniyetin teknolojisini ve ilerlemesini yasak etmişti. Öyle ki Doğu ve Batı’yı, cahil ve ahlaksız, yobaz ve geri kalmış kavimler kaplamıştı. İbrani dehası ile Aryani dehasının bir araya gelmesinden oluşan cılız ve melez bir varlık, Yunan ve Roma medeniyetinin amiyane ve şairane bazı özelliklerini aldıktan sonra o medeniyetlere idam hükmü vermişti.
Sokratlar, Pisagorlar, Demokritoslar, Eflatunlar, Aristolar yetiştirmiş olan Yunanlılar, şimdi aptal ve şaşkın ruhaniler; Senekalar, Pliniuslar, Aureliuslar, Çiçerolar yetiştirmiş olan Romalılar, artık meczup ve sersem rahipler yetiştiriyordu.
3. Dinî ve Sosyal Genel Durum
İnsanlığı, olduğu yerde saymaktan yahut geriye doğru dönüşten kurtaracak, insanlığa yeni bir yetişme ve yükselme kudreti verecek bir fikir, ortada yoktu. Böyle bir fikri doğuracak vicdan da ortada görülmüyordu.
İnsanlığı, içine düştüğü cahillik ve kötülük çukurundan kurtaracak fikir, alelade ve mahallî, sınırlı ve millî bir fikir olamazdı, öyle bir fikir lazımdı ki onun yüceliğinin parlaklığı gözleri kamaştırsın, onun ışık demetleri her yere ve her kalbe nüfuz edebilsin. Öyle bir fikir lazımdı ki kapsama dairesi dışında insan ihtiyaçlarının hiçbirisi kalmasın. Bu fikir, yalnız felsefi bir fikir olamazdı. Zira felsefe, hiçbir vakit çok sınırlı bir daire dışına çıkmamış, hiçbir vakit insanlığın bütününün sevk edicisi ve hâkimi olmamıştır.
Bu fikir yalnız, dinî de olamazdı. Zira yalnız dinî bir fikir, insanlığı yönlendiremez, aksine hareketten alıkoyar. Evet, sade dinî bir fikir, bir millet değil, bir münzevi ve meczup sürüsü meydana getirirdi.
İnsanlığı kurtaracak olan bu fikrin, toplayıcı bir fikir olması lazımdı. İnsanlık, hususi fikirlerin şevkiyle yapabileceği gelişmeleri yapmış ve yine gelişme yoluna girmesi için hususi fikirlerin hepsini kendinde toplayacak bir “toplayıcı fikir”e muhtaç kalmıştı.
4. Kâinat Kanunlarının En Geneli: Hadiselerin Mantıki Zinciri
Bu