Şehbenderzade Filibeli Ahmet Hilmi

İslam Tarihi


Скачать книгу

sahip din göremiyoruz. Mesela inanç bakımından hak ve vahdaniyet [teklik] fikri üzerine kurulmuş olduğunu gördüğümüz Museviliğin tarihî esasları olan “Ahd-i Atik”i güzelce tahlil edersek, ondaki uluhiyet fikrinin şu devreleri geçirdiğini öğrenmiş oluruz:

      Birinci Devrede: Yahudi dini, ilahların çokluğuna ve yalnız bunlardan kendisinin millî mabudu olan “Yahova”nın diğerlerinden daha kuvvetli olduğuna, İkinci Devrede: Diğer mabutların birer gasıp, ifrit, birer “günah putu” olduğuna inanıp; ancak üçüncü devresinde tenzih fikrine biraz daha yaklaşır. Fakat hiçbir vakit “İslam’daki tenzih ve tevhitle mutlak Halik” fikri Yahudilikte ortaya çıkmamış ve hiçbir vakit Yahova millî ve özel bir mabut olmaktan kurtulmamıştır. Maimonies/ Meymonid [Musa bin Meymun] ve diğer Musevi filozafların felsefi fikirlerden alarak Museviliğe ilave ettikleri ve nispeten daha sonra gelen fikirler ise Yahudiliğin esasları sayılamaz.

      Hristiyanlıktaki vahdet ise teslis sebebiyle kuru bir sözden ibarettir. Çok eski dinler içinde, Yahudilikten daha düzenli din olmadığından “Bir Allah” fikri onlarda bu karmakarışık şekilde olursa Araplar gibi seviyesi pek aşağı ve maneviyatı pek eksik bir bedevi kavminin bu konuda hiçbir doğru fikri olamayacağı apaçıktır.

      Şurası da dikkate değer ki en son derin araştırmalar ile sabit olduğuna göre Sami kavimlerde hep mabudu ifade etmek için kullanılan “il, el, bel, ba’l, âlih, Allah” gibi kelimeler, cins isim, müşterek isim olup özel isim değildir. Tevrat’a, halik manasını ifade eden kelime ilk defa “Elûhîm” şeklinde kullanıldığı hâlde iki ayet aşağısında “Yahova” şeklinde kullanılmıştır. Keza Âramî, Asuri, Keldani gibi Sami kavimlerinde bu cins isim ya hep bir özel isimle beraber kullanılmış yahut yalnızca cins isim olarak kullanılmıştır.

      İşte birçok cine, puta, ağaca ibadet eden Araplarda da “Allah-u Teala” bu ilahlar sürüsünün bütününü, daha doğrusu sıfatını ifade eder bir cins isim idi. Şu hâlde kelimelerin benzerliğinden dolayı Araplardaki karmakarışık fikirle İslam’ın son derece yüce ve teşbih [Allah’ı başka varlıklara benzetme] ile tenzih [Allah’ın her türlü noksanlıktan uzak bulunduğuna ve insan sıfatında olmadığına inanma] fikirlerinin eşitlik derecesiyle anlaşılmış olarak öğrettiği Allah-u Vahid’i [bir olan Allah’ı] aynı fikir olarak görmek kadar haksız ve manasız bir şey olamaz.

      Bununla beraber biz, şu bilimsel neticeler ile inancı birleştirerek deriz ki: Tevrat’ta Hz. Musa’nın yegâne yadigârı, ihtimal ki “Elûhîm” ve Yahudi ayinininde bazı ibadetler ile beraber belirsiz ve çarpıtılmış bir “vahdaniyet” fikri olduğu gibi, Araplar nezdinde de Hz. İbrahim dininden artakalan şey, özel isimlikten cins isimliğe dönüşmüş olan “Allah” kelimesi, sünnet olmak, gusül etmek ve tırnak kesmek gibi bazı âdetler, tavaf vesaire gibi bazı ayinler, dinî törenlerdi. Bununla beraber Araplarca “Allahu Teala” kelimesinin işaret ettiği mananın ne derece önemsiz bir şekilde anlaşıldığı, onların gerek Museviliğe gerek İseviliğe eğilim göstermemeleriyle bilhassa Hz. Muhammed’e karşı gösterdikleri muhalefetle ortaya çıkar.

      Arapların geneli hakkında yaptığımız şu değerlendirmeden sonra özel durumlara geçelim. Dine karşı bu derece kayıtsız olan Araplar içinde, millî rivayetleri unutmayanlar, Hz.İbrahim’in dini hakkında belirsiz bazı fikirleri nesilden nesile, asırdan asıra ulaştıranlar eksik olmazdı. Bunlar, “Hanif” unvanını taşıyan akıllı kişiler idi. Araplardan İran’a tabi olup onların medeniyet ve dinini, Rumlara tabiyetle Hristiyanlığı kabul edenler, herhangi bir şekilde Arap muhiti dışında kalanlar ve üç beş Musevi ayrı tutulursa halkın büyük çoğunluğunun dini, genellikle komşu kavimlerden taklit edilmiş türlü türlü putperestlikten ibaret idi.

      Bu putların en meşhurları, Lat, Menat, Uzza, Hübel idi. Bununla beraber zaten din hissinden mahrum, müstehzi, zeki ve kayıtsız olan Araplar, bu ve benzeri putlara tapmakla beraber onların hiçbir ehemmiyeti olmadığını da anlamamış değillerdi.

      Bütün bu değerlendirmelerin hepsinden elde edilecek sonuçlar şunlardır:

      Birincisi: Arapların din ve maneviyat konusunda kayıtsız, böyle bir ihtiyacı hissetmekten uzak, hayal kuvvetinden az hisse almış oldukları,

screen_139_43_15

      İkincisi: Yüce ve ahlaki bir dinin kurulması için genel itibarıyla, zeminin hazırlanmamış olması.

      Tarihî durumlardan bu iki neticeyi çıkarmakta; Dozy, Renan, Veyil ve diğer Batılı âlimlere katılıyoruz.

      Fakat onlar bu iki neticeyi itirafla beraber bunlardan bir üçüncü netice çıkarıyorlar ki işte burada onlardan ayrılmak mecburiyetini hissediyoruz.

      Onlar, yukarıdaki iki neticeyi itiraftan sonra: “Bu sebeple o muhit, dini ve peygamberi meydana getirdi.” diyorlar. Biz ise: “Bu sebeple o muhit, Hz. Peygamber’i ve dini değil, Hz. Peygamber muhiti ve dini meydana getirdi.” diyoruz. Böyle demekle tutarsızlık onlarda, mantık bizde kalıyor.

      3. İdare, Siyaset ve Âdetler

      Arab-ı Aribe’nin [asıl Arapların] önemli bir medeniyete ulaşmış olduğunu, kuvvetli sosyal düzenler meydana getirdiğini, hele Ad ve Himyerilerin kuvvetli ve uzun müddet hüküm sürmüş bir devlet kurduklarını yazmıştık. İslam’ın ortaya çıkmasına yakın zamanlarda Yemen, İran’a bağlı bir vilayet idi. Hicaz’da hüküm süren idari şekli “seçkinler cumhuriyeti” sınıfına sokmak mümkün ise de bundan, Hicaz’da düzenli kanunlarla idare olunan bir hükûmetin varlığı manası çıkarılmamalıdır. Her kabile kendi şeyhlerine, memleketin ileri gelenlerinin en şereflisine hürmet ve itaat etmekte olup bunlar kabilelerini âdetler ve gelenekler dairesinde idare ederlerdi.

      Araplar son derece hür ve vahşi, asil ve vakur olduğundan idare yöntemleri meşveret [birbirine danışma] ve eşitlik fikirleri üzerine kurulmuş idi. Araplarda hiçbir kavimde görülmeyen derecede asabiyet [kendi akrabasını, vatan ve milletini aşırı derecede kayırma gayreti] davası ve muhabbeti vardı. Her kabile, kendi ferdinin her birinde temessül etmiş [bir şekil ve surete girmiş, cisimlenmiş] sayıldığından fertlerden birine saldırı, bütün kabileye saldırı kabul edilir ve onun intikamı alınırdı. Bu durum, kabileler arasında birbirinin haklarına saygı gösterme mecburiyetini meydana getirdiği için kanun yerini tutmakta ve Arap toplum düzenini medeniyetle bedeviyet arasında geçit saydıracak bir durumda bulundurmakta idi.

      Araplarda âdet ve geleneklere çok hürmet edilmekte olup bütün anlaşmazlıklar, onlara uygun olarak halledilirdi. Kabileler arasında tarihî sevgi veya düşmanlıklar mevcut olabilirdi. Her kabile her müttefikini himaye edip korumaya mecburdu. Bu tür birleşmeler küçük cumhuriyetler meydana getirmekte idi. Göçebelikten çıkıp yerleşik yaşama girmiş ve bir şehirde yaşayan kabileler ise daha düzgün cumhuriyetler meydana getirmekte idi. Mesela Kureyş kavmi, Mekke ve civarında yerleşmişti, ileri gelenlerinin en şereflisi tarafından idare edilmekte idi. Araplarda asilliğe ve şerefliliğe her şeyden fazla önem verilidiği için Kureyş Cumhuriyeti’nin Ayan Meclisini [senatosunu] asalet ve soylulukla akranlarından daha üstün olan başkanlar ve yaşlılar oluşturmuştu. Gerçi özel bir şekilde ve belli bir müddet için seçilmiş cumhuriyet başkanları yoksa da başkanlar arasında en seçkin ve temiz soylu olanı halkın manevi takdir ve onaylamasıyla başkan hükmünde olurdu. Sahih rivayetlerle kayda geçirilmiş olduğu üzere nice zamanlardan beri peygamberimizin cetleri Kureyş Cumhuriyeti’nin en nüfuzlu başkanlarından olup çok kere seçilmiş cumhurbaşkanı hükmünü alırlardı. Peygamberimizin doğumu sırasında cetleri Abdulmuttalib böyle bir makamda idi. Abdulmuttalib’in vefatından sonra ise nüfuz ve iktidar, Haşimîlerden ziyade Emevilerin elinde bulunuyordu.

      Emeviler, Haşimîlerden sayıca daha fazla ve çok zengin idiler. Haşimîler, güzel huy, iyilik ve faziletlerde