Şeyh Sadi Şirazi

Bostan


Скачать книгу

memuriyete tayin etti.

      İhtiyarın ümit dalı meyve verdi. Padişah ile köylünün hâli dillerde destan oldu. Tabi, iyi olan kimse, doğruların izinden gider. Sakın, ayıp arayan cahilin arkasından gitme. Akıllı insanlardan güzel ahlak öğren.

      Hâlini, etvarını, gidişini düşmandan dinle; çünkü fenalığın, dostun gözünde iyi görünür. Seni methedenler, dostun değildirler; seni kınayanlar senin dostlarındırlar. Hastaya şeker vermek günahtır; onun için acı ilaç faydalıdır. Serzenişi hoş tabiatlı dostlar değil, ekşi suratlı insanlar daha iyi yaparlar. Bundan daha iyi nasihati sana kimse söylemez. Aklın sana yâr ise bir işaret kâfidir.

      Memun ile Cariyesinin Hikâyesi

      Hilafet sırası Memun’a eriştiği zaman ay yüzlü bir cariye satın aldı. Bu cariyenin yüzü güneşe, teni gül fidanına benziyordu. Şivesi, işvesi de akilane idi.

      Elini âşıklarının kanlarına batırmış, onun için parmaklarının uçları hünnap rengini almıştı.

      Sofuları baştan çıkaran rastıklı kaşları, güneşe mukabil kudret yayı (kavs-i kuzah) gibi idi.

      Gece oldu. Memun halvete girdi. Fakat o huri yavrusu bebecik, Memun’a ram olmadı. Memun çok hiddetlendi. Cariyesinin başını Cevzâ gibi iki parça etmek istedi.

      Cariye, Memun’un kızdığını anlayınca: İşte başım, kes at. Fakat benimle yatma!” dedi.

      Memun sordu: “Ne yaptım da seni incittim, benim nemi beğenmedin?”

      Cariye: “Beni öldürsen, ikiye biçsen seni istemem,” dedi. “Ağzının kokusuna dayanamıyorum. Kılıç bir kere öldürür, ok bir kere saplanır. Fakat ağız kokusu insanı mütemadiyen öldürür.”

      Cariyeden bu sözü işiten Memun acındı, incindi. Bütün gece bu ağız kokmasının çaresini düşündü, uyuyamadı. Sabah olunca, gerek Bağdat’ta gerek başka memleketlerde bulunan tekmil ukalayı, hükemayı, etıbbayı toplattı. Aralarında muhtelif şeyler üzerinde, fakat arada ağız kokması hakkında da mübahaseler yaptırdı. Bu sayede sezdirmeyerek ağız kokusunu gidermek için en mühim ilacı öğrendi, kullandı, ağız kokusu geçti.

      Memun evvela cariyesinin sözüne kızmıştı. Fakat o söz üzerine tedavi ile o fena kokudan kurtulduğu, ağzı gonca gül gibi güzel kokulu olduğu için cariyenin sözünden memnun oldu. Cariyeye sarayda büyük bir mevki verdi. Onun hakkında: “Bu benim ayıbımı yüzüme karşı söyledi; bu benim dostumdur.” derdi.

      Bence: “Senin yolunda şöyle bir kuyu vardır.” diyen adam senin hayırhahındır.

      Yolunu şaşırmış bir kimseye: “İyi gidiyorsun.” demek, büyük zulümdür.

      Çok kere olur ki, kendisine ayıbı söylenilmeyen kimse cahillik ayıbını hüner sayar.

      Bir kimseye sekmunya1 lazım ise ona: “Bal tatlıdır, şeker emsalsizdir.” demeyin.

      Bir eczacı bir gün ne güzel söylemiş: “Sana şifa lazım ise acı ilaç iç.”

      Eğer sana faydalı bir şerbet lazımsa Sadi’den acı nasihat ilacı al. Sadi’nin nasihati marifet eleğiyle elenmiş, söz balı ile karıştırılmıştır.

      Zalim Padişah ile Sadık Dervişin Hikâyesi

      İşittim ki, bir fakir, bir padişah huzurunda doğru bir söz söylemiş, bu söz o büyük padişaha dokunmuş, onu incitmiş. Padişah da azametini, kudretini göstermek için, fakiri zindana attırmıştı. Dostlarından biri hapishanedeki fakire gizlice: “A kardeş, sen de o sözü söylememeliydin.” demiş.

      Buna karşı fakir: “Cenabıhakk’ın emrini tebliğ etmek ibadettir. Zindandan korkmam, çünkü zindan bir saatlik bir iştir!” cevabını vermiş.

      Fakir ile dostunun bu konuştuklarını birisi duymuş ve hemen padişaha yetiştirmiş.

      Padişah gülmüş: “Zavallı, yanlış düşünüyor; ‘zindan bir saatlik iştir,’ diyor. Bilmiyor ki, o hapishanede ölecektir.” demiş.

      Bu söz de padişahın kölelerinden birisi tarafından fakirin kulağına fısıldanmış. Fakir o köleye şöyle demiş: “Tarafımdan padişaha söyle. De ki, ben hiç müteessir değilim. Bence zaten dünyanın kendisi bir saatliktir, ziyade değildir. Beni elimden tutup hapisten çıkaracak olsan sevinmem. Başımı kesecek olsan ona da gam yemem. Senin hazinen varsa, buyruğun her yerde yürüyorsa; ben de aile derdi, mahrumiyet ve ıstırap içinde, korku, mihnet içinde bunalmış kalmışsam, ölüm kapısından içeri girdiğimiz zaman bir hafta içinde müsavi oluruz. Şu beş günlük dünya devletine gönül verme. Halkın gönlünün dumanıyla kendini yıkma. Senden evvel, senden daha fazla kazananlar bulunmadı mı? Onlar, zulmederek cihanı yıkmadılar mı? Öyle yaşa ki, öldüğün vakit seni tahsin etsinler, iyilikle ansınlar, mezarına lanet savurmasınlar.

      Kötü âdet koymamaya çalış; çünkü kötü âdetler için herkes bu âdeti çıkarana lanet olsun, der.

      Kudret, kuvvet sahibi bir kimse, yücelikte en son noktayı bulsa, akıbet mezar toprağı onu altına almıyor mu?”

      Padişah, ihtiyarın sözlerine kızdı: “Şu ihtiyarın dilini ensesinden çıkarın.” dedi.

      Hakikatleri bilen ihtiyar cevap verdi: “Padişahım, senin bu sözlerinden de korkmam. Dilsizlikten de gam yemem. Çünkü, Cenabıhak gönülden geçen şeyleri de bilir. Gerek zaruret çekeyim gerek zulüm göreyim sonum hayır olsun, ikisinin de ehemmiyeti yoktur.”

      Arkadaş! Sonun iyi olursa çektiğin matem güveyilik yerine geçer.

      Hikâye

      Bir yumrukçu vardı. Zavallı adam talihsizdi, zaruret içinde yaşıyordu. Açlıktan ölme derecesine gelmişti. Yumruk ile para kazanmak muhal olduğundan, karnını doyurmak için sırtı ile çamur taşırdı. Bu zaruretten çok müteessir oluyordu.

      Bazen coşar, zebunları öldüren felek ile cenk eder; bazen de talihine küser ve yeise düşerdi. Halkın tatlı geçimlerini görür, boğazına acı sular tıkanırdı, zehirlenirdi. Bazen bu perişan hâline ağlar: “Bundan daha acı hayatı kim görmüştür? Ne adamlar var ki bal şerbeti içiyorlar, tavuk etleri, kuzu etleri yiyorlar. Bana gelince ekmeğime bir yaprak tereyi bile katık edemiyorum. Adalet gözüyle bakılırsa ben çıplak kalayım, kedi kürk giysin! Bu doğru bir şey değildir. Ne olurdu, bu çamur işiyle uğraşırken ayağım köklüce bir defineye batmış olaydı! Ne olurdu felek bir cilve edeydi de elime bir hazine geçseydi. Ben de bir zaman yaşasaydım, felekten murat alaydım, murat süreydim. Üzerimden bu mihnet tozunu silkeleyeydim!” der, dururdu.

      İşittim ki, bir gün yumrukçu, toprak kazıyormuş. Kazarken toprakta dura dura dağılmış, üzerindeki dişler düşmüş bir çene kemiği çıkmış.

      Kemik, yumrukçuya hâl diliyle şöyle nasihatte bulunmuş: “Efendi, fakrüzarurete tahammül et. Yarın toprak altında ağzın hâli bu değil midir? Sonucu böyle birdir. Zamanın iyi yahut kötü geçmesini hoş gör. Çünkü zaman bizsiz pek çok dönecektir.”

      Çürümüş çene kemiğinin karşısında bu duygularla sarsılan yumrukçu, gönlündeki kederi bir tarafa bıraktı; kendi kendine şöyle bir hitapta bulundu: “Ey akılsız, tedbirsiz nefis! Fakrüzaruret yükünü çek. Kendini öldürme. Eğer bir kul, başı üzerinde yük taşırsa, diğer birisinin de şan ve şerefle başı göğe değerse, her ikisinin de hâli başkalaştığı zaman, birincinin başındaki yük, ötekinin şan ve şerefi geçer gider. Bu dünyada keder de sevinç de ebedî kalmaz. Ebedî kalan şey, işin cezası ile iyi adıdır.

      Ey padişah! Ne taht kalır