öğleyi geçti. Vapurlar dahi öğle paydosu ettiler. Bu hâlde uzun boylu hanım bir iki saat daha çıkmaz. Çıksa çıksa akşamüzeri çıkar. Ben burada akşama kadar pek iyi beklerim. Başka işim gücüm kalmamış ya?.. Fakat ya akşam dahi çıkmazsa? Olabilir ya? Âsitane’de gece kalmaya da misafirliğe giderler. Ama hanımın hâlinden öyle gece kalmaya gelmiş bir misafir olduğu anlaşılmıyordu. Zaten Hoca Kutbettin Efendi dahi öyle hanesine gece kalacak misafir kabul eder adamlardanmış gibi tarif edilmedi. Gece misafirliğine giden hanımın hiç olmazsa bir çıkını olsun bulunmaz mı? Yok, yok, uzun boylu hanım mutlaka gece kalmayacaktır.”
Güzel düşünce ama bir kere Behçet’in zihnine gece kalmak ihtimali dahi girdikten sonra kolay kolay çıkar mı? Uzun boylu hanımın gece kalmayacağını kendi nazarında ispat için ne kadar deliller, burhanlar getirdi ise hepsini yine kendisi bozdu. Nihayet dedi ki:
“Bir kere iş inada bindikten sonra beni bu takip işini devamdan menedecek hiçbir kuvvet düşünülemez. Akşama kadar beklerim. Gece saat ikiye, üçe kadar, âdeta kahve kapanıncaya kadar beklerim. Ondan sonra da hanım çıkıp gece yarıları denize binecek değil ya! Saat üçten sonra şuradan Beyoğlu’na çıkar bir otelde yatarım. Sabahleyin seher vakti yine gelip beklerim. Seher vaktinde de uzun boylu hanım gittiği yerden kovulmuş gibi sokaklara düşecek değil ya? Nihayet yarın akşama kadar da beklerim. Yine çıkmazsa bir gece, iki gece, birçok gece… İnat bu ya! Son nefesime kadar burada beklerim. Elbette o hanım hocanın evinden çıkar, elbette bir daha onun arkasına düşerim.”
İşte görüyorsunuz ya! İş bir inada bindi.
Ama Behçet Bey’i bu inada sevk eden şey nedir? Kadına âşık mı olmuş?
Henüz Behçet’in zihninde öyle bir şey yok. Bu inat kuru bir meraktan ileri gelmiş bir şeydir.
Gerçi merakın da bu derecesi divanelik sayılırsa da eğer Behçet Bey daha Üsküdar vapurunda iken işin bu derecelere varacağını tahmin etseydi, belki bu külfetleri göze aldırmazdı. Ancak bir kere takipte bu dereceye vardıktan sonra işi yarıda bırakmayı bir türlü benimseyemeyerek şu kadın kimin nesi olduğunu anlayıncaya kadar devam etmeye kesin karar verdi.
Kendi kendisine dedi ki:
“Be filozof Necati! Şimdi neredesin? Gel de beni gör. Mutlaka cinnetime hükmedersin. Fakat ne desen boştur. Şu uzun boylu hanımın kim olduğunu öğreneceğim. Takiplerimin neticesinde elbet sana dahi malumat veririm.”
Azim ve kesin karar denilen şey, her ne kadar henüz icraya konulmamış bile olsa, yine insan için bir dereceye kadar rahatlamaya vesile olur. Dolayısıyla Behçet dahi verdiği kesin karar üzerine her dakikada bir kere gözleri Kazancılar Yokuşu’na çevrilmekle beraber gazetesini okuyup anlayabilecek bir duruma geldi.
Başka vakitler gazete okuduğu zaman pek çok adamın yaptığı gibi o dahi iç havadisleri okuduktan sonra dış havadislerin her fıkrasından birer ikişer satır okuyarak, “Adam sen de bir şey değilmiş, geçelim!” diyordu. Eğer gazetede faydalı olan fennî bir mesele veyahut tuhaf bir fıkra varsa onu aramaya başlıyordu. Bu defa dahi bir kere için öyle yaptı ise de bu gazeteyi sadece vakit geçirmek için eline aldığından ikinci defasında da iç havadisleri de dış havadisleri de okuduktan başka ilan sayfasına dahi geçti.
İlan sayfasını da son satırına kadar okudu. Lakin gazete henüz bitti mi ya? Daha ilk sayfadaki üst başlıkları kaldı. Üst başlıkların iki tarafında gazetenin haftada kaç gün çıktığını ve kaç para ile satıldığını, ilan ücretlerini, ilk ilanlarda satırının kaç paradan ve ikinci defasında da kaç paradan hesap olunacağını ve posta ücreti verilmeyen mektupların kabul edilmediğini, gönderilen yazılardan gazetede yayınlanmayanların sahiplerine iade olunmayacağına vesaireye dair birtakım satırlar daha yok mu? Onları da okumasın mı?
Gazetenin üzerinde kaç harf ve kaç nokta var ise Behçet Bey’in hepsini gözden geçirdiği şüphesizdir. Hâlbuki her dakika Kazancılar Yokuşu’na dahi çevirmekten geri kalmayan gözleri bazı vakit yokuşta bir kadın belirdiğini gördükçe Behçet’in yüreği hopluyor ve bu kadının boyunun bildiği kadar uzun boylu olmadığına veyahut boyu uzunca bile olsa yaşmağı veya feracesi kendi uzun boylu hanımına benzemediğine dikkat edince yüreğinde bir hiddet hissi oluşuyordu ancak yine gözlerini gazete sayfasına çeviriyordu.
Böyle bekleme anlarında saatler de ne kadar ağır geçer!
Hâlbuki ne kadar ağır geçseler yine birbirini takip eden saatler dokuza ve hatta ona kadar vardıkları hâlde yine uzun boylu hanımdan bir eser görülmeyince Behçet Bey kendi kendisine konuşarak dedi ki:
“Böyle uzak yerden misafir gelen hanım akşam dönecek olursa mutlaka biraz erkence davranır. Saat on olduğu hâlde uzun boylu hanım dönmediğine göre bu akşam hiç de dönmeyecek gibi anlaşılıyor. Korkarım bu nazenin kadın bize geceyi dahi geçirtecektir.”
O zamana kadar sigaraların birisini bitirip diğerini yakmaktan ağzı zehir kesilen Behçet Bey, Fransızların dediği gibi zamanı öldürmek için mutlaka bir şey çekiştirmeye kendisini mecbur gördüğünden hiç olmazsa çeşniyi değiştirmiş olmak için kahveciye bir nargile ısmarladı.
Bir yandan nargile guruldatır ve diğer taraftan kendi kendisine derdi ki:
“İnsan bir işe ne kadar vakit ve emek sarf ederse o işte devam için kendisini o kadar mecbur etmiş olur. İşte bu da hikmetli bir kaidedir ki bizim filozof Necati Bey bu kaideyi hatıra bile getirmemiştir. Şu uzun boylu hanımı takibe ilk karar verdiğim zaman böyle geceleri dahi dışarlarda geçirmeye mecbur olacağımı bilseydim belki takipten vazgeçerdim. Fakat böyle bir günlük emeğimi sarf ettikten sonra kesin bir neticeyi almaksızın dönmek mümkün değildir. İş artık inada bindi. Mutlaka hanımı bekleyeceğim. Bir gece değil, beş gece olsa da mutlaka… Ha! Aman dur! O mu? Ta kendisi!..”
Ta kendisi idi!..
Saat on buçuğa gelmiş olduğu hâlde uzun boylu hanım Kazancılar Yokuşu’ndan belirdi ki nargilesinin marpucunu elinden fırlatan ve kahveciye hemen çıkarıp bir yüzlük atan Behçet, eğer biraz daha telaşa kendisini kaptırmış olsaydı doğruca hanıma giderek “A canım, insanı bu kadar bekletmek de reva mıdır?” diye serzenişlere dahi başlayacaktı.
Böyle telaşlı bir hâlde bulunan insanlar ne kadar gülünç olurlar!
Behçet Bey güya takibinden kimseye renk vermemek için hanımdan önce tramvay vagonuna girmeye lüzum gördü. O zaman tramvay dahi gelmişti.
Öyle ya! Üsküdar’dan vapur ile köprüye ve Galata’dan dahi tramvay ile Fındıklı’ya gelmiş olan bir kadının yine o yol ile döneceği tabii değil midir?
Tramvaya bindi. Biletini de aldı. Hatta Tophane tarafından gelecek olan arabalar dahi gelmiş bulunduğu cihetle kendi bindiği araba yola dahi düzüldü.
Vay, Behçet’te bir merak! “Yolcuları beklememek tramvaylarda yeni kural mı oldu?” diye itirazlar! Sebebi? Çünkü tramvay arabası uzun boylu hanımı beklemeksizin hareket etmişti. “Belki arkadaki arabaya biner.” diye Behçet Bey gözlerini arkaya çevirdi ise de kadın o arabaya da hiç iltifat etmeyerek Kabataş yolunu tuttuğu gibi araba dahi hareket edince artık Behçet’in tavrı büsbütün gülünç bir hâl aldı ve hemen arabadan aşağıya atladı.
Bereket versin ki tramvay giderken atlamamanın tesiriyle yere yuvarlanmadı.
“Acaba hanımefendi bu geceyi başka yerde misafirlik hâlinde mi geçirecek?” merakıyla kadını tekrar takibe başladı. Fındıklı Camisi’ni geçtiler. Halil Şerif Paşa merhumun yalısını da geçtiler. Nihayet Kabataş’a vardılar.
Orada uzun boylu hanım, doğruca vapur iskelesine giderek araba vapurunu beklemek için bir tarafa oturdu ki araba vapuru dahi ancak bu zaman Behçet Bey’in hatırına gelmekle kadının Kabataş’a yönelmesindeki hikmeti anladı.
Saat