Ахмет Мидхат

Vah


Скачать книгу

hiçbir fenalık dahi düşünmez. Bu da filozofluk şanındandır. Ancak kendi felsefi fikirlerine ters gelen şeylere o kadar hiddetle ve şiddetle karşı çıkar ki işte o zaman bütün dünyayı yıkıp altüst etmiş olsa yine hiddetini yenemez.

      Necati Efendi evli değildir ama epeyce kalabalık bir aileye bakmaktadır. Kendisinden üç yaş küçük bir kız kardeşi ve onun bir kocası ve üç çocuğu. Eniştesinin hâl ve vakti dahi yerinde olmadığından ev işlerini özellikle kendi üzerine almıştır. Eniştesi kazanabildiği para ile karısının, çocuklarının yalnız üstlerine başlarına bakabilir. Bir de yaşlı ve kötürüm teyzesi vardır ki Necati Efendi ona dahi validesi nazarıyla bakar. Bunlardan başka kendisinin ahiret evladı edindiği bir kız vardır. Fakat bu kızı terbiye için kendi fikirlerine o kadar bağlamıştır ki kız dahi yirmi iki yaşına geldiği hâlde evlilik için henüz erken mi yoksa vakit mi geçmiş olduğunu hâla kararlaştıramamıştı. Bu konuda dahi babasının vereceği kararı beklemekteydi.

      Necati Efendi’nin, Behçet Bey ile dost olmasına sebep, Behçet’in gayet serbest bir adam olması ve fikirlerini hiçbir kimseden gizlemeyerek sözünü daima açık söylemesidir. Necati zaten devamlı Boğaziçi’nde ve Behçet’in oturduğu … köyünde oturuyordu. Sabah akşam vapurlar ile köye gidip gelirlerken yolda sohbet ederlerdi. Fikirlerinin bu suretle ifade edilmesi, bu iki adam arasında bir dostluk oluşturmuştu. Bu dostluk, öyle birbirinin hususi işlerine karışacak derecesinde sıkı sıkı bir şey değildi.

      Zaten birisi yirmi altı yirmi yedi ve diğeri otuz yedi otuz sekiz yaşlarında olan ve birisi şık ve centilmen ve diğeri filozof bulunan iki adamın o kadar sıkı fıkı dost olmaları mümkün olabilir mi?

      Meğerki hikâyemiz gibi bir vaka bunlar arasındaki münasebete bir kat daha kuvvet vere!

      ALTINCI BÖLÜM

      TAHKİKAT

      Pazar akşamını yani pazartesi gecesini Bağlarbaşı’nda geçirmiş olan Behçet Bey’in o geceyi nasıl geçirdiğine dair izah ve tafsilata ihtiyacımız yoktur. Şu kadarcık bir şey demek ile yetinelim ki: Behçet Bey, o geceyi evvelce ettiği tahmine pek muvafık ve mutabık bir surette geçirerek ertesi gün sabahleyin Üsküdar iskelesine inmiş ve bir kayık tutarak evine dönmüştü.

      … köyündeki hanesine geldiği zaman İstanbul’dan ilk vapur gelmiş olması şöyle dursun daha yukarıdan bile ilk vapur aşağıya inmemiş olduğundan validesi böyle habersiz gelişin nereden olduğunu oğluna sorduğu zaman Behçet Bey Kuzguncuk’ta bir Ermeni düğününe katıldığı hakkında bir sudan cevap ile yetinmişti. Zaten validesiyle kardeş, kız kardeş münasebeti gibi bir münasebette bulunan Behçet’in öyle her hâl ve hareketine dair uzun uzadıya sorgulamalara tabi tutulması, âdet dahi değildi.

      Kuzguncuk’taki düğünde sabahlara kadar eğlenmiş bulunması hasebiyle uykusuz kalmış olan Behçet, hemen yatağına uzandı. Yirmi dört saatten beri vuku bulan olaylar üzerine kendisi dahi şaşmak derecelerine gelmişti. Hele böyle uykusuz ve rahatsız bir hâlde kalmasını hiç benimsemediği için hatırına başka bir şey gelerek kendi kendisine dedi ki:

      “Saat sekizde Üsküdar iskelesinde idim. Dokuzda buraya geldim. Saat henüz on bile olmamış. Hâlbuki kış gecelerinde bu saatlerde henüz baloda olduğumuz zamanlar çok olmuştur. Dolayısıyla uykusuzluktan ve rahatsızlıktan şikâyete hakkım yoktur. Asıl lazım gelen şey teşebbüslerimin bundan sonrasını nasıl tamamlayacağımızı düşünmektir ama ona dahi şimdi vaktimiz yoktur. Şimdiki hâlde hele bir uyku kestirelim!”

      Behçet Bey derin bir uykuya dalmakta da gecikmedi. Hatta yorgunluk hasebiyle rüyasız falansız güzel bir uykuya dalmıştı. Zira uzun boylu hanım hakkında aşk ve alaka gibi bir şeye düçar da olmamıştı. Sadece bir iş yapmamanın müsaadesiyle, o gün dahi şu yolda eğlenmiş bulunduğundan zihnen tamamıyla rahat olduğu için uyumuş gitmişti.

      Uykudan gözlerini açtığı zaman güneşin karşı Rumeli yakasında bayağı ufka doğru alçalmış olduğunu gördü. Saate baktı. Saat tam dokuz buçuktu. Kendisini yokladığında öyle yorgunluktan ve uykusuzluktan dolayı vücudunda hiçbir rahatsızlık eseri göremedi.

      Artık bu saatten sonra bir yere çıkıp gitmek mümkün olamayacağından Behçet Bey arkasında gecelik entarisi ve onun üzerinde dahi incecik bir Şam hırkası bulunduğu hâlde yalının bahçesine çıktı.

      Derken Kayıkhane semtinde Petraki’yi gördü ki Behçet Bey’in yeni edinmiş olduğu sandal merakı hasebiyle satın aldığı gayet hafif ve narin bir sandalı boyamakta idi.

      Bu Petraki “hezârfen”6 vasfına layık, zeki ve hareketli bir çocuktu. Behçet ise kendisine biraz da lüzumundan fazla yüz verdiğinden efendisi ile pek laubalice görüşür konuşurdu.

      Petraki’yi görünce Behçet Bey kendi kendisine dedi ki:

      “Tamam! İşte bu işi de Petraki’ye havale ederiz. Ondan daha iyi bunu çözecek kimse olamaz. Koca Petraki! Eğer bir zaptiye müşiri7 olsaydım seni başmüfettiş atardım.”

      Doğruca Petraki’nin yanına vardığı zaman ilk sözü sandalı pek güzel boyadığına dair birkaç övücü ve teşvik edici sözlerden ibaret oldu. Sonra tavrına bir ciddiyet vererek dedi ki:

      “Ey!.. Petraki! İş bu değildir görülecek, başka bir iş vardır ama bilemem ki becerebilecek misin?”

      “Emrediniz efendim! Hiç Petraki’nin göremeyeceği iş olur mu?”

      “Şimdi ben olan durumu sana anlatayım da sonuna kadar hikâyemi dinle!”

      “Ama fırçayı elimden bırakmayarak dinleyeceğim. Öyle değil mi? Zira şu açık deriden olan şeritler, sandalı pek ziyade açacağından bunları yarım saate kadar bitirmezsem içim rahat etmeyecektir. Bu gece kurusun da yarın dahi sandalı bir tecrübe etmeliyim!

      “Pek güzel! Hem fırçayı sür hem beni dinle!”

      “Kulaklarım tümüyle sizdedir efendim! Yalnız ellerim fırçada gözlerim dahi bu derilerin üzerinde!”

      Behçet Bey hikâyeye başladı. Şıkların bir hâli daha vardır ki gördükleri ve hikâye edecekleri bir şeyi öyle dört laf ile söyleyip bitirmezler. Etrafıyla ve genişçe hikâye ederler. Zira öyle sözü kıp kısa kesenler Fransızca “beau parleur”, yani güzel söyleyici sıfatına layık olamazlar.

      Hikâyenin başlangıcı Petraki’yi o kadar memnun edemedi ise de Fındıklı kahvesinde uzun uzadıya bekleme fıkralarına gelince zeki Rum’un gözleri parlamaya başladı ve hele Bağlarbaşı’nda sabah edilmesi fıkrası pek hoşuna gitti.

      Nihayet Behçet Bey dedi ki:

      “Şimdi hikâyeyi anladın ya? Eğer güzelce anlamış isen sana teklif edeceğim hizmeti de anlamışsındır.”

      “Oo!.. Ona şüphe mi var? Uzun boylu hanımın arkasına düşerek sabahlara kadar girdiğiniz zahmetlere mukabil yalnız hanımın hanesini öğrenmekle kaldınız. Kendisi kimin nesidir? Eti yenecek bir kuş mudur? Değil midir? Daha buralarını öğrenemediğinizden bu işi de bana havale edeceksiniz. Değil mi?”

      “Evet ama eti yenilip yenilmeyeceği meselesi bence o kadar ehemmiyetli değildir. Kendisine âşık olmuş değilim ya?”

      “Öyle ise bu kadar külfetlere sebep?”

      “Adi bir meraktan ibaret!”

      “Artık siz o adi merakı benim külahıma anlatınız.”

      “Hakikaten adi bir meraktan ibarettir Petraki!”

      “Külahıma anlatınız dedim ya! Ne ise! Efendim olmuşsunuz. Her hizmetinize canla başla çalışarak bir