Ахмет Мидхат

Karnaval


Скачать книгу

hevesleniyorlar. Mesele benim sevmekliğimde değil sevilmekliğimde olduğuna göre sevilmekliğim için en büyük izni ve hatta tek izni kocama vermeliyim. Ama mutlaka bir aşk suçlamasıyla suçlandırılacaksam, bari benim seveceğim veyahut sevdiğim bir adam olsun ki hiç olmazsa başkalarının istek ve hevesine kurban olmayım da kendi istek ve hevesim yolunda mahvolayım.”

      İşte Madam Hamparson’un düşünceleri bu yolda idi. Bu fikir ve yorum üzerine herkes istediğini söylesin. Bizim fikrimiz sorulursa deriz ki:

      Eğer bir kadın için şöyle bir aşk felaketi kaderinde var ise, o felakete birtakım heveskârların ateşli arzularını yatıştırmak için uğraşmaktansa, kendi arzuları uğrunda uğraşmak ve başkası için mahvolacağına kendisi için mahvolup gitmesi elbette tercih edilirdi. Özellikle bu tutum, bu yolda görülen genel felaketi bir anda yarısından aşağı bir dereceye indirir. Çünkü kendisini mahveden kadınların yarısından çoğu, kendilerinin bir arzusuna yenilmekten değil, belki başkalarının hevesine kurban gitmelerinden doğduğunu tahmin eden hakikat peşinde olanların yorumları itiraz kabul edemeyecek kadar doğrudur.

      Demek oluyor ki Resmi Efendi’nin Madam Arslangözyan’daki güzelliğin çekicilikten ve zarif neşesinden yalnız dışardan bir seyirci olarak, bir temiz dostluk ve terbiye ile istifade etmesi pek doğru imiş. Resmi, kadının bu seviyede bir kadın olduğunu Zekâyi gibi acı bir tecrübe ile keşfetmeyip belki hâl ve tavrından işi anlamıştı.

      Bununla birlikte, Zekâyi’nin aldığı ret cevabından dolayı tamamen ümitsiz olduğunu da zannetmemelidir. Bir adam Zekâyi kadar kibirli olur da öyle kolay kolay yenilgisini kabul ederek ümidini keser mi? Zekâyi, madamın şu ret cevabını nazda aşırılığına verdi. “Pek tok gözlü bir kadın taklidi yapıyor.” dedi. Aslında bu düşüncesinde bütün bütün haksız da sayılamaz. Çünkü Madam Hamparson, Zekâyi’nin mektubunu yırtıp atmadı. Kendisine de iade etmedi. Yanında alıkoydu. Bu ise Zekâyi için henüz bir ümidin varlığının bulunduğuna işaret etti. Zekâyi kendi kendisine dedi ki: “ Eğer madamın bir başka sevdiği olup da ona sadakat satmak için böyle bir nazlanma gösterdiyse, doğrusu bu ustalığını ben de alkışlarım. Mademki oynayacağımız oyun biraz güç görünüyor, o hâlde bunun için lüzumu olan yardakçıları da hazırlamalıdır. Hizmetçisi Maryanko en uygun görünüyor. Onu ele alıp madamın gönlünün kimden hoşlandığını öğrenerek usulünce rekabet etmeye başlarız. Yani yerimizi sağlamlaştırmak için ilk keşfimizi yaparken oluşan hücumda başarılı olamadık ise usulünce etrafını çevirmeye başlayarak elbette teslim olmaya mecbur ederiz.”.

      İşte Resmi’nin Zekâyi’yi tanıştırdığı büyük ailelerin birisi şu Arslangözyanlar olup bundan başka Resmi Bey, Zekâyi’yi Cezayirli Bahtiyar Paşa’ya da tanıştırmıştır ki Bahtiyar Paşa haysiyet ve mevki yönüyle Arslangözyanlara hiç benzetilemeyeceğinden fazla, Zekâyi Bey orada Madam Hamparson’dan gördüğü tavrı da görememiş ve aksine şansı, hemen hiç de ümit edemeyeceği kadar ve daha doğrusu istediğinin de üstünde bir bahtiyarlık göstermiştir.

      Cezayirli Bahtiyar Paşa Ailesi

      Cezayirli Bahtiyar Paşa denilen kişi, aslen Cezayir Dayızadelerindendir. Urban’ın Fransızlara karşı bir isyanında kendisi de taraftar olduğundan Cezayir sınırlarının dışına çıkmaya Fransa hükûmeti tarafından mecbur edilmiş ve böylelikle İstanbul’a gelmişti. Ancak şu göçünde mallarına asla saldırılmadığı gibi Cezayir’de bulunan çiftliklerine de el uzatılmayarak hepsi kendi sahipliğinde bırakıldığından Cezayirli Bahtiyar Paşa demek, birkaç milyon lira ve yüklüce kâr getiren hazinesinin tılsımı demekti.

      Bu kişi ne gençtir ne ihtiyar. Yaşı kırk beş ile elli arasında. Fakat Hamparson, Arslangözyan Ağa gibi yaşamış olmadığından, şu yaştayken ihtiyarlığa ne kadar yakın ise Bahtiyar Paşa da gençliğe o kadar yakın sayılırdı. Aralarında olan farkı görmek ister misiniz? Hamparson’un ağzında diş kalmadığı hâlde Bahtiyar Paşa’nın iki tarafında, iki azı dişlerinden başka bütün dişleri sapasağlam durmaktadır. O iki diş de hemen bir kaza cinsinden çürüyüp kerpetenin eline düşmüşlerdir. Hamparson Ağa’nın başında saç kalmadığı hâlde Bahtiyar Paşa’nın fırça gibi olan saçlarında beyaz olan kıllar siyah olanlara oranla yüzde yirmi derecesine varamazdı. Hamparson’da gözler çukura gömülmüş, yüzü katmer katmer buruşmuş ve çehresi bir irin rengi almış olduğu hâlde Bahtiyar Paşa’nın henüz yüzündeki tazelik kaybolmayarak rengi pembe ve vücudu tamamıyla zinde idi. Sözün özü Hamparson Ağa yalnız bir kadınla evli bulunurken alafrangada karı ve kocanın ayrı ayrı odalarda yatmasından pek memnun olduğu hâlde Bahtiyar Paşa’nın dört hanımı olup hiçbir gece yalnız yatmayı da caiz görmezdi.

      Gerçekten! Tıp sanatı ve sağlığı koruma bilimi ilerledikçe, kimi insanların daha çabuk çürümekte olduklarını doktor efendiler de inkâr etmemelidirler. Ama “Suistimal erbabına26 tıpçılar ne yapsınlar?” denilecek olursa doktor efendiler ancak yarı yarıya kurtarılmış olurlar. Çünkü suistimal erbabı içinde pek azının kırka elliye varmış olduğunu görmekteyiz. Asıl suistimal etmeyip de elli yaşına gelmiş olanları görmekteyiz ki tıbbın kurallarına uymanın ne olduğunu tanımadıkları hâlde seksenine gelenler kadar da sağlam olamıyorlar.

      Temele itiraz ediyoruz sanılmasın. Tıpçıları alaya almaktan hoşlaşan Moliére’e yol arkadaşı olmak gayretinde de değiliz. Fakat insan sağlığını koruma dediğimiz zaman, kendimizi de ona ortak gördüğümüz için konuya karışıyoruz. Çocuklarımızı anasından doğduğu zaman tamamıyla tıp kurallarına uyma çerçevesinde eğitip beslemeye çalışarak, bir de beş yaşına geldiği vakit komşunun yine aynı yaşta bulunan fakir çocuğu ile karşılaştırıyoruz ki bizim çocuğun eğri bacaklarına, cılız vücuduna, sarı benzine nazar değmesin diye korkup dururken, komşunun fakir çocuğu tokmak gibi koşup geziyor. Şu hâlde büyümüş iki delikanlıya bakıyoruz ki tıpçıların elinde beslenmiş olan beyefendi, ılıman bir kışta kendisini üç fanila içinde ısıtamadığı hâlde onun yaşıtı olan fakir genç en şiddetli bir soğuğa karşı fanilası falanı olmak şöyle dursun, kuvvetlice bir paltosu bile bulunmadığı hâlde dayanıyor. Dayanıyor da yine fanilalar içinde bulunan, soğuk almaktan kendisini kurtaramadığı hâlde diğerinden soğuk bile kaçınıyor.

      Şöyle iki adam önümüzde iken bir doktor ile konuştuk. Çıplak adamın geleceğinden pek fazla endişelendiğini söyledi. Biz fanilalı bey için, “Şöyle genç ve babayiğit bir hâlde iken kendini ısıtamazsa yarın kanı soğuduğu, damarları küçülerek kan dolaşımı azaldığı zaman bu adam kendisini nasıl ısıtacaktır?” dediğimizde doktor efendi cevap bulamayıp diğer bir doktor ise buna tıbben değil fakat zarafeten bir cevap verdi. Dedi ki:

      “O hâlde de arkasına birkaç soba ve ayaklarına birkaç mangal giyer de kendisini ısıtır!”

      Gözleri korumak için konserve27 gözlükler ve miyopluğa karşı koymak için kuvvetli camlar falan kullanarak otuz beş yaşında kör olmak derecesini bulanlar ile bir de altmış yaşına vardığı hâlde henüz gözlüğe ihtiyacı olmadığını şükran makamında söyleyenleri incelemeli.

      Kısacası tıbbın henüz doğaya üstün gelemediğini ve belki hiç gelemeyeceğini kabul etmelidir. Tıp bilginlerinin sağlığımızı korumak için göstereceği şartlar eğer doğa geneliyle uyuşursa ne âlâ! Fakat economie animal28 bilimi kurallarınca her hareket bir gider ve o hareketi yaptıracak her kuvvet bir gelir sayılarak gelirin gidere üstün gelebilmesi için az kuvvet sarf etmek üzere az da hareket lazım olması öğüdünden, vücudumuzu tam bir adalet içinde çürütürsek tıpçı efendiler bunda da suistimalimizi kanıtlamak