büyük prenslerin açgözlülüğü olmasaydı sonuçlandırılabilirdi de. Hainlerin ihbarı üzerine karargâh güneybatıya, söylenilenlere göre surların en hafif bir hamleye bile dayanamayacağı yere taşındı. Ne var ki haçlılar burada güçlü tahkimlerden çok daha ölümcül bir düşmanla karşılaştı çünkü nehirle aralarına girilmiş ve meyve bahçelerinin yemişlerinden mahrum kalmışlardı. Yiyecek ve önderliğin olmadığı yerde kalabalık umutsuzluğa kapıldı ve insanlar geri çekilmekten söz etmeye başladı. Benzer şekilde Suriyeli Frenklerle batılı müttefikleri arasında kıskançlık baş gösterdi ve Şam’ın veziri Unar bu verimli şer kaynağından yararlanarak onların, Şam’ı ele geçirme konusunda kardeşlerine yardım etmekte çaresiz kaldığını ve bunun Kudüs’ü ele geçirmenin başlangıcı olduğunu belirtti. Rüşvetlerle de desteklenen iddiaları, işi kuşatmadan vazgeçme raddesine getirdi.”54
1149’un Paskalya zamanı bu yürekli Haçlılar eve dönüş yolundaydı.
Böyle bir kriz anında eli kılıç tutan kimse Şam’da atıl kalmazdı. Eyüb muhtemelen Unar’ın kuşatmadan sonraki ağustos ayında öldüğü tarihe kadar Şam’ın başkumandanı payesini almamıştı; buna rağmen savunmada kayda değer bir rol oynamış olmalı. Selahaddin ise dikkatli bir izleyici olmanın ötesine geçemeyecek kadar gençti tabii ki. Her ne kadar Fransız Eleanor’un Soldan’a beslediği aşkı anlatan Batı efsanesi doğru olsa da onun o dönemde daha on bir yaşında olmasından ötürü Kral Louis’nin kıskançlığı, daha sonra gerçekleşen boşanma için bir okul çocuğundan daha muhtemel bir suç ortağı buldu kendisine.
Beş yıl sonra Eyüb, hanedanın değişmesinde ve eski velinimetinin oğlunun Suriye’nin başkentine kabul edilmesinde başaktördü. Öyle ki büyük erkek kardeş Şam’la uzlaşıp burada yüksek bir makam elde ederken küçük kardeş, Esadeddin Şirkuh, “Dağ Aslanı” Nureddin’in hizmetine girdi. Şirkuh her fırsatta öyle yiğitlik gösterdi ki efendisi ona yalnızca Humus ve Rahba gibi değerli iki şehrin iktasını vermekle kalmadığı gibi bir de onu Şam’ı fethetmek kaderine yazılmış olan ordunun komutanlığına getirdi.
Ele geçmez fırsat nihayet yakalanmış görünüyordu. İkinci Haçlı Seferi’nin acınası akıbetinin ardından Frenklerin itibarı sarsılmıştı ve bayağı da korkmuşlardı; Mezopotamya Zengi’nin büyük oğlunun alicenap yönetimi altında sakindi ve atabeye sürekli olarak başkaldıran inatçı Unar ölmüş, üstelik erkek kardeşi Nureddin’in güvenilir mareşali Eyüb, onun yerine geçmişti; ayrıca Şam prensi, Halep kralına biat etmişti. Zengi’nin Şam merkezli Suriye İmparatorluğu hayalini gerçekleştirmek için uygun zaman varsa işte bu an o andı.
1154 Nisan’ında Nureddin’in ordusu bir vesileyle fethedilmemiş şehrin önlerine geldi. Şirkuh, ihtiyatlı kardeşiyle duvarlar arasında görüşmelere başladı. Altı günde her şey ayarlanmıştı; Eyüb en güçlü taburların tarafını destekleyerek Zengi’lere geçmişten kalan borcunu ödedi. Nankörlük etmemek için ihanet etmek gerek.55 Şam halkı sürüden ayrılan koyun gibi, şimdi Unar da ölmüş olduğu için, veraset yoluyla başa geçen efendilerini bırakıp Eyüb’ün önerisiyle kapılarını dönemin en güçlü hükümdarına açtı. Nureddin Şam’a bir saldırı düzenlemeksizin girdi ve iki kardeş gereğince ödüllendirildi. Tüm sarayda yalnızca Eyüb’e56 kral huzurunda oturur pozisyonda kalabilme hakkı bahşedildi ve Şam valisi olarak görevlendirilirken Şirkuh, Humus’a yerleştirildi, ayrıca tüm Şam bölgesinin naibi oldu. Dicle üzerindeki sandal büyülü bir şekilde egemenliğin kapılarını açtı; ilk adımı talihe borçlu olsalar da iki kardeş ellerine geçen fırsatları kullanacak yetenek ve cesarete sahiptiler.
Selahaddin Şam’da 1154’ten 1164’e kadar Nureddin’in sarayında bir kumandanın oğlu olması hasebiyle yaşadı. Yaptıklarına, öğrendiklerine, zamanını nasıl geçirdiğine gelince; Arap vakanüvisler delirten bir sessizlik içindeler. Şunu biliyoruz ki kendisi “mükemmel özellikler” taşıyan bir genç olarak arzıendam etmişti; Nureddin’den salahiyet yolunda nasıl yürünmesi gerektiğini, nasıl erdemli olunacağını ve kâfirlerle savaşırken ne kadar gayretli olacağını öğrendi. Gözde bir valinin oğlu olarak ayrıcalıklı bir konuma sahipti fakat gelecekte göstereceği azamete ilişkin hiçbir işaret vermiyordu; “soylu zihinlerin son zayıflığı”ndan sakınan o mütevazı erdemin parlak bir örneğiydi. Selahaddin’in yirmi beşinci yaşına kadar bize tüm anlatılanlar bunlardır.
Suriyeli asiller -Selahaddin’in statüsü artık yüksekti- gençliklerini eğitimle, olgunluk dönemlerini savaş ve avla ve bilimi desteklemekle geçiriyordu. Aslan avına çıkmak en seçkin spordu fakat köpeklerle ve doğanlarla yapılan avcılık bitmez tükenmez bir enerji gerektiriyordu. Büyük bir özen ve bilimsel yollarla yetiştirildikleri Konstantinopoli’den düzenli olarak şahin ve seter cinsi köpeklerin getirtildiğini okuyoruz. Ne var ki genç Selahaddin’in başarılı bir avcı olduğunu destekleyecek tek bir kelime bile bulamıyoruz; bütün bildiğimiz onun inzivayı tercih ettiği ve cevval amcası yerine arif babası gibi hayatını ihtiyat ve sükûnetle geçirdiğidir. Biri çetin fakat onur ve şöhrete, diğeri huzur dolu bir sıradanlığa giden iki yol arasında tercih yapmaya gelince; Selahaddin göreceğimiz gibi ikincisini seçmeye çalışmıştır fakat bu, biçimsel bir noli episcopari durumdan ziyade münzevi bir ruhun hırslı bir kariyerin koşturmaca ve baskısını reddetmesi mahiyetindedir. O, yüceliğin ihsan edildiği insanlardan biriydi ve gücünü geliştirme fırsatlarını bu işlere açıkça atılmasından itibaren hiç kaçırmamış olmasına rağmen arkadaşlarının ihtiyacı olmasaydı böyle bir yolu seçer miydi, orası da şüphelidir. Sakin bir genç olarak hayatına sessizce devam ederdi ve Avrupalıların telaffuz etmekte zorlanacağı bir isimle basitçe Şamlı Salah-ed-din olarak kalırdı.
Âlim veya şair olarak da sivrilmezdi. Edebî zevklerinin teolojik eğilimleri vardı; şiiri gerçekten sevdiği hâlde mantıkla daha çok ilgiliydi; kutsal geleneklerin köklerine inilip doğrulandığını, dinî kuralların formüle edildiğini, Kur’an’dan parçaların açıklandığını ve geleneksel öğretinin hakkının korunduğunu duymak ona değişik bir haz veriyordu. Babası Eyüb gibi o da her şeyden önce mütedeyyin bir Müslüman idi ve Şam’da din bilgisini geliştirmek için yeterli fırsatı vardı. O günlerde bilim her şeyden çok teolojik donanım kazanma anlamına geliyordu; Doğu’dan, Batı’dan, Semerkand’dan, Kordoba’dan âlimler buradaki cami ve medreselerde eğitim vermek ve eğitim görmek için Şam’a akın ediyordu. Bu insanlar başka toprakların, başka kültürlerin ve sanatların bilgisini beraberlerinde getirmiş olmalılar. Belki Selahaddin de İbn Ebu Asrın burada ders verirken Büyük Emevi Camii’nin batı köşesine oturup onu dinlemişti. “Yetenekleriyle ve hukuk bilgisiyle çağının lideri” unvanını alan ve Nureddin’in kendisiyle birlikte Şam’a getirdiği ve hatta o ders verir de muhteşem hünerleri herkesçe edinilir diye Suriye’nin önemli şehirlerinin çoğunda medreseler inşa ettirdiği bu adamdan daha iyi bir eğitmene sahip olamazdı. Mezopotamya’da kadı olan bu âlim Selahaddin’in eski bağlara ne kadar sadık olduğundan takdirle bahsediyor; yaşlı adam görme yetisini kaybettiğinde sultanların en büyüğü olan Şamlı gencin onun bu haysiyetli memuriyetinden yoksun kalmasına izin vermediğini anlatıyordu.
Selahaddin’in gençliğinde ve erken olgunluk döneminde sürdüğü münzevi hayata ilişkin bir olumsuz delil de 1154-1164 yılları arasındaki on yılın neredeyse tamamını Şam’da sarayla yakın ilişkiler içinde geçirmiş olan Üsame’nin ondan hiç söz etmiyor olmasıdır. Nihayet 1174’te karşılaştıklarında aralarında gayet resmî bir tanışma gerçekleşmiş gibi görünüyor.57
EMEVİ