Халит Зия Ушаклыгиль

Mai ve Siyah


Скачать книгу

tiyaz sahibi Hüseyin Baha Efendi, matbaaya yüzünde bir başka sevinç parıldayarak girdiği zaman, dört sayıdan beri süregelen “Dâhilî Sanatlar” yazısının altına son sözünü iri bir yazı biçiminde karalamakta bulunan Başyazar Ali Şekip’e demişti ki:

      “Yarın değil öbür gün ‘Mir’at-ı Şuûn’, onuncu yılının üç yüz altmış beşinci gününü tamamlıyor. Çarşamba günü için…”

      Ali Şekip hemen karşılık vermişti:

      “Hiçbir şey yazamam. Şölen verilmeyince bir satır yazı yok.”

      Bu gece işte, Tepebaşı Bahçesi’nde yazı heyetine o şölen veriliyordu.

      Çağrılanlar, “Mir’at-ı Şuûn” gazetesinin yazarlarından başkaları değildiler. Bütün bu gençler dört saat hep içmişler, bir saat hep yemişlerdi. Şimdi parmaklarının arasında, karnı doyduktan sonra, yalnız uğraşıyor olmak için oyalananlara özgü bir tutumla yavaş yavaş yuvarladığı bir elmanın kabuğunu bir parçada çıkarmaya çalışan Ali Şekip’ten başka hepsi, sandalyelerinin durumunu değiştirmişler, sofradan az çok çekilmişlerdi.

      Sofrada artık yemek sonuna doğru görülen bir dağınıklık havası esmekteydi. Kahvenin gelmesine kadar unutularak bırakılmış elma, portakal kabuklarıyla dolu son tabaklar, diplerinde kırmızı yudumlar görülen şarap kadehlerinin yanında duruyor, sofranın kenarında yer yer çıkan tütün dumanı bir süre dalgalanarak lambanın çevresinde dönen bir bulut oluşturduktan sonra dağılıyordu…

      Beyaz örtünün üzerinde yüksek yemiş tabaklarının, sürahilerin, kadehlerin, oraya bırakılmış bir fesin şarap lekelerine karışan gölgeleri lambanın oynak ışığı altında kimi zaman küçülüp kimi zaman büyüyordu. Şurada devrilmiş bir tuzluk… Ötede birisinin can sıkıntısıyla üç çataldan oluşturmaya çalıştığı bir piramit… Yer yer tabakların üzerine veya şişelerin yanına bırakılmış peçeteler… Düşmüş de kaldırılmasına üşenilmiş bir bardak… Sofrayı baştan başa örten bir kargaşalık sanki yedi güçlü çenenin saldırısından yorgun düşmüş, bezgin, bıkkın bir yıkıntı kümesi biçiminde serilmiş bir sofra.

      Hepsi başka bir durumda idi: Bir yanda Ahmet Cemil -tatlı kıvrımlarla bükülerek kulaklarından dolaşan uzun saçları ensesine dökülmüş bir genç- ellerini ceplerine sokmuş, bacaklarını uzatmış, ağzında sallanan sigarasının minimini bulutlarına süzgün gözlerle dalmış düşünüyor; ta öbür ucunda Sait, Raci -arkadaşlarının şaireyin (iki şair) diye alay ettikleri iki genç şair- başka bir şairin ayağına ip takmış sürüklüyorlar; biri -kısa, zayıf, kuru, öyle ki susuz bir yerde yetişmiş sanılır- yanında boş kalmış bir sandalyeye eğilerek iki sandalye ötede imtiyaz sahibi Hüseyin Baha’nın yazı işleri memuru Ahmet Şevki’ye gizlice anlattığı dertlerini dinlemek için kulak kabartıyor; kafaları buhar ile şişmiş olan bütün bu adamlar geciken kahveyi bekleyerek orada, şu dağınık sofranın kenarında yarım kalmış sözleri tamamlıyorlardı…

      Herkes konuşuyor, hiç kimse dinlemiyordu. Düzensiz, ölçüsüz araçlardan oluşan bir orkestra gibi ne başlangıcı olan ne sonucu olan kırık dökük fısıltılar, çok içilmiş, çok yenilmiş zamanlara özgü bir başıboş düşünce ve dil akışı…

      Ali Şekip elmasını soymuştu. Bozmayarak, sakatlamayarak çıkarmayı başardığı için kabuğu karşıdaki “iki şairin” arasına fırlattı.

      “Raci! Seni çatlattım!” dedi.

      Onlar konuşmalarını kesmediler; Raci diyordu ki:

      “Bak düşüncelerimin sonucunu, özetini söyleyeyim. Onda tek bir şey var: ‘Yalnız ben yazayım, benden başka kimse yazmasın.’ diyor!”

      “Demek edebiyat tekeli! İmtiyaz sahibi: Hüseyin Nazmi.”

      Raci gülerek sustuğu zaman bir aralık arkadaşı -parlak siyah gözlü, derin kırkılmış gür sakallı bir genç- başıyla Ali Şekip’i işaret ederek sordu.

      İkisi de onun şakasını anlamamıştı. Uzaktan olayı izleyen kısa, kuru çocuk -Saib- yanlarına yaklaştı; yere düşen elma kabuğunu bir ucundan tutarak gösterdi, nükteyi açıkladı:

      Onun anlattığına göre meyvelerin kabukları öyle tamam soyulursa şeytan çatlarmış! O, Ali Şekip’in şakasını pek parlak buluyor; kırık kırık bir sinirli kahkaha ile gülüyordu. “İki şair” bundan zevk almadılar.

      Raci “Puf!..” dedi. “Soğuk!.. Sıfırın altında otuz!.. Şunu ‘Mir’at-ı Şuûn’un bir sayfasında imza koymadan yayımlasalar, herkes Ali Şekip’in olduğuna yemin ederdi.”

      Başyazar işitmedi, kendi kendine “Şimdi de ötekini çatlatmalı.” diyordu.

      Ötede yönetim memuru -kısa, şişman, bıyıkları seyrek, o kadar ki yolunmuş sanılır; yanakları kıpkırmızı, öyle ki berber, sakalından iz eser bırakmamak için derisini soymuş izlenimini verir; hiçbir yaşa sığmaz bir yaşta bir adam ki yürürken yuvarlanıyor, otururken gömülüyor denebilir- şairlerin bulunduğu yöne döndü, kendisiyle eğlenmiş sanarak “Ahmet Şevki Efendi’nin burada olduğu unutulmamalı…” dedi. İşitenler güldüler. Yazı işleri memurunun kendisinden söz ederken “Ahmet Şevki Efendi” demesinden herkes hoşlanırdı.

      Elleri ceplerinde düşünen Ahmet Cemil, hafifçe dönerek dudaklarının arasından bir şey söyledi ama işitilemedi.

      Bu aralık kısa, zayıf, kuru çocuk şairlerin yanından ayrılmış, yeniden imtiyaz sahibinin (kendisine anlattığı) gizli şeylerine ilgi göstermişti. Bu sırada Hüseyin Baha Efendi, matbaa-gazete yazı işleri memurundan söz ederek ve karşısındakinin bir sözüne karşılık vererek diyordu ki:

      “Ne?.. Doğruluk dürüstlük ha?.. Hay bön adam hay! Elini versen parmaklarını eksik bulursun.”

      Bu aralık Ali Şekip “Kahve!..” diye bağırdı. “Kahve içmeyecek miyiz?.. Kahve!..”

      O zaman, birden herkes bir şeyin eksik olduğunu sezinleyerek, onu bekleyerek burada kaldıklarını akıllarına getirdiler. Yedi ses bir nakarat gibi yineledi:

      “Kahve!.. Kahve!..”

      İmtiyaz sahibi -Hüseyin Baha Efendi, kendi adından çok bu görevinin sanıyla anılır- parmağıyla, uzaktan kahve getiren garsonu gösterdi. Bütün bu çılgın çocuklar ayaklarını vurarak, çırpınarak, bağırarak nakaratı yineliyorlardı:

      “Kahve!.. Kahve!..”

      Eğlenmek, gülmek, bağırmak için fırsat arayan bu gençler hep alkışladılar. Sanki bu gece sevinç ve neşelerine şu bir fincan kahve ile güzel bir son vereceklerdi.

      Fincanları kapıştılar. Kimisi ayakta durarak kimisi bir sandalyenin kenarına ilişerek kahvesini içmeye başladı. Tepsinin üzerinde yalnız bir fincan fazla kalmıştı. Garson kararsız bir bakışla yanına yöresine bakındı. Ta ötede, hâlâ o durumda düşünen Ahmet Cemil’i gördü; yaklaşarak dedi ki:

      “Kahve sizin mi?”

      Ahmet Cemil, dalgın karşılık verdi:

      “Sanırım.”

      Sonra birdenbire doğruldu; elini fincanına uzatarak biraz ötede hâlâ Hüseyin Nazmi’yi, arkadaşı Sait’le çekiştirmesini sürdüren Raci’ye döndü, kuru bir sesle “Demin Hüseyin Nazmi için bir şey söylüyordunuz.” dedi. “O burada bulunsaydı ne karşılık verirdi bilmem ama öyle sanıyorum ki sadece bir gülümsemeyle susardı.”

      Ahmet Cemil’in ağzından bu söz bir çırpıda, hiç sakınılmaksızın çıkmıştı. Raci ilk önce bu biçimde kendisine seslenilişine şaşırmış gibi göründü; sonra karşılık vermek istedi:

      “ ‘Gencîne-i Edeb’ başyazarını -bu sıfatı küçümseyen bir tutumla söyledi- herkesin sizin kadar değerli bulması gerekmez. Siz, birbirinizin yazdığını anlarsınız; herkesin de sizin gibi anlamasına bir ihtiyaç göremiyorum.”

      Şimdi herkes susmuştu. Havanın içinde sanki bir şimşek çakmış, bir fırtınanın tutuşmak üzere olduğunu akla getirmişti.

      Sait boş fincanını sofraya koydu. Ali Şekip sekizinci elmanın kabuğunu tamamıyla ve tam olarak çıkarmaktan vazgeçti. Hüseyin Baha Efendi, daha iyi dinlemek için burnunun üstünden sürekli düşen gözlüğünü büsbütün salıverdi. Kuru, kısa, zayıf çocuk biraz daha yaklaştı…

      Herkes Ahmet Cemil’in başlamasını bekliyordu. Bu uzun sarı saçlı