kanatları kırılmış bir kuş gibi daha topraklara düşmemiş; gözler ışıklı bir hayal ufkunun nurlarıyla dolu iken bir perde altında siyah bir köşenin açılmak üzere olduğunu daha görmemiş; yalnız aydınlık, güler yüzlü bir sabahın düşüne dalmış; umut güneşinin üzerine ta uzaklarda bir ufkun içinde hazırlanan bulutların dökülmeye hazır olduğunu anlamamıştı.
Daha yirmi iki yaşında; bütün ruhsal dünyası yalnız bir umudun gerçekleşmesini bekliyor…
Üne erişmek, edebiyatçı olmak, herkesçe tanınmak… Bugün o kadar acılıklarına göğüs vermek için hayatını zehirlediği bu edebiyat dünyasının bir gün yüksek doruklarına çıkmak ve adını o kadar yükseltmek ki… O, düşünüp hayal ettiği o yüksek dereceye bir sınır bulamıyor; sonra da bu denli yükselme emellerine kapılıyor olduğundan dolayı kendi kendine utanıyordu. Edebiyatçı olmak, ün kazanmak… Yıllardan beri bütün düşüncesi bu değil miydi?
Daha okulda iken bir kimya kitabının üzerine başını dayayarak, gözleri ötedeki siyah tahtanın üzerinde unutulmuş, yarım kalmış bir cebir denklemine dalarak, düşünsel bir hayal rüzgârı üzerinde, bilinmez emeller uzayında uçtuğu zamanlardan beri bütün varlığını kaplayan emel, üne erişmek isteği değil miydi?
Ahmet Cemil her zaman aceleci ve telaşlı yürüyüşü ile sanki koşarak Babıali Caddesi’nin kenarından çıkarken şu kitapçı dükkânları, cam kapıların aralarından ayırt edilen şu kitabevi müşterileri, bu matbaalar; sabahtan akşama kadar düşünce ve sanat hareketlerinin yegâne mekânı olan şu cadde, bir gün gelecek kendisinin fethetmiş olduğu bir yer olacak…
Şimdi birkaç eski okul arkadaşıyla sekiz on kalem sahibinden başka herkes için tanınmayan biri olan bu genç, bugün koltuğunun altında bir iki kitapla buradan bir gölge gibi çıkarken, bir gün gelecek rastgele bir kitapçının dükkânına gözü ilişecek olursa okuldan yeni çıkmış iki genç edebiyat amatörünün birbirine, kendisini gösterdiklerini sezinleyecek…
Ah, o zaman göğsü nasıl bir kıvanç havasıyla şişecek! Şimdi oradan bilinmeyen bir cisim biçiminde geçiyor; gören yok, bakan yok; ama o zaman?.. Geçtiği yolun üzerinde adının yavaşça fısıldandığını işitecek ve ciğerlerinden sıcak bir şeyin aktığını duyacak…
Zaten bu sonuca, bu umudun gerçekleşmesine layık olmak için az mı acılar çekmiş, hayatın az mı dertlerine eziyetlerine, güçlüklerine katlanmıştı? Ama bu yaşa gelinceye kadar…
Ahmet Cemil’in düşüncelerine bir ara verme daha girdi: Uzaktan imtiyaz sahibi Hüseyin Baha ile yazı işleri memuru Ahmet Şevki Efendi’nin yaklaştıklarını gördü. İmtiyaz sahibi gelince dedi ki:
“Allah cezasını versin! Bir türlü kendisini toparlayıp düzelemeyecek. Evde kendisini bekleyen karısını, çocuğunu düşünmek yok ki… Gene oraya gitti; ötekilerini de birlikte sürükledi. Biz üç kişi kaldık; artık yavaş yavaş yola çıksak!..”
Ahmet Cemil, Raci’nin ikide bir de Palais de Cristal’de geç vakte kadar kaldıktan sonra geceyi de evinden başka yerde geçirdiğini bilirdi. Kaç kez talihsiz karısı gazetenin kapısına kadar gelerek beş altı yaşındaki yavrusu ile kocasını arattırmış; Ahmet Cemil’le birlikte bütün arkadaşlarını, nasıl bir karşılık vermek noktasında şaşkın bırakmıştı.
4
On dokuz yaşına kadar Ahmet Cemil tamamıyla -hayatta mümkün olabildiği kadar- mutlu idi. Ondan sonra babasını kaybedince geçim kaygısı, hayat mücadelesi başlamış; kendisinin deyimiyle ağzına göre bir “piyale-i telhî-i hayatın zehrâbesine” dudakları değmişti.
Babası dava vekili idi. Ailesini iyi geçindirecek kadar para kazanırdı. Zaten ailesi Ahmet Cemil’in annesiyle on sekiz yaşındaki oğlundan, on dört yaşındaki kızı İkbal’den oluşmaktaydı.
İyi bir aile babası, evine tutkun, eşine çocuklarına tamamıyla bağlı, özellikle namuslu… Ahmet Cemil ne vakit babasından söz etse namusluluğunu dile getiren öykülerin sonu gelmezdi. Onun anlattıklarına göre bir seferinde babası kabul etmiş ve ücretinin yarısını önceden almış olduğu bir davanın, sonradan haklı bulunmadığını anlayınca birden geri çevirmiş ve almış olduğu parayı geri vermeye karar vermişti. Ancak bu kararın yerine getirilmesine büyük bir engel vardı ki o da paranın Süleymaniye’deki minimini evlerinin onarımına harcanmış olmasıydı. O vakit saatlerce düşünüldü; bir çıkar yol bulunamadı. Annesi emniyet sandığına rehin edilmek üzere, küpesiyle yüzüğünü önerdi. O vakit babasının bütün duygusallığı nasıl taşmıştı…
Karısının elmaslarını rehine koymak!.. İşte bu mümkün değil… Kendisinin bir altın enfiye kutusu, bir güzel saatiyle bir ağır altın kösteği vardı; bunlar rehine konuldu. Fazla olarak çok aşırı bir faizle bir tefeciden para alındı; o haksız davadan vazgeçildi.
Bu adamın (Ahmet Cemil’in babası) yalnız bir kaygısı vardı: Ailesini mutlu etmek… Yıllarca bütün düşüncesini adadığı bu amacı sağlamak için kendisini, evet yalnız kendisini birçok şeylerden yoksun bırakarak, bir yere araba ile gitmek isteklerini yenip onlara üstün gelerek yokuşları, çamurlu sokakları yaya tırmanarak, geçen yılın giysisini bu yıl da giymeyi uygun ve faydalı bularak, bulmaya çalışarak, üstelik arkadaşlarının cimrilikle suçlamalarına gülümseyerek para biriktirmişti.
Ufak bir şey. Birçok insanın bir dakikada bir zan hevesine terk edebileceği kadar ufak… Ama bu ufak şey bu namuslu aile babasını yıllarca yormuş, yıllarca alnını terletmişti. O para ile işte şimdi karısını, çocuklarını sokak ortasında kalmaktan koruyan Süleymaniye’deki şu beş odalı evciği, Ahmet Cemil’in zaman zaman gülerek “Bizim konak!” dediği barınak alınmıştı.
Ahmet Cemil, bu evin nasıl alındığını hiç aklından çıkarmaz: O vakit on dört yaşında vardı. Tam okula yatılı olarak girdiği yıl… Babası oğlunu ev alınmadan önce okulda yatılı olarak bırakmadığı için o vakte kadar beklemişti. O gün, ilk kez olarak kira evinden kurtulup kendi evlerine geldikleri gün, nasıl bir telaş içindeydiler! Bütün eşya aşağıdaki mermer avluya, mutfağa, sokağa bakan odaya tıkılmış, her şey birbirine karışmış; babası, annesi, kız kardeşi bu gürültünün içinde şaşırmıştı.
Bu karışıklığın içinden hangisini almak, hangisini nereye koymak gerektiğini bilmediklerinden şaşkın, kararsız kalmışlardı. O vakit babasıyla annesi arasında bir süreden beri sürüp gelen konu yeniden canlanmış, o -babasına Kula’dan armağan olarak gelen- kilim döşemelerin yukarıdaki pembe odaya mı yoksa sofaya mı konacağı meselesi tazelenmişti. O vakit herkes kendi görüşünü ileri sürdü. Herkesten kastedilen de Cemil’le İkbal… Cemil, doğal olarak, babası gibi pembe odayı, İkbal annesine uyarak sofayı uygun görüyorlardı.
Sonunda hizmetçi kız -taşralı iri yarı bir kız- hakem olarak atandı. Hizmetçi şaşaladı. Bu egemenlik duygusunun önemi altında beyni darmadağın oldu. O hem pembe odaya hem sofaya yandaş çıkıyordu. Onun düşüncesini uygulamak gerekseydi kilim döşeme ikiye bölünecekti.
Kendi evlerine gelmiş olmak, herkeste eğlenceye bir merak uyandırmıştı: En küçük nedenlerle bir şakalaşma yapılıyor, gereğinden fazla gülünüyordu. Bu önemli konuda bir eğlenceye yol açmış oldu: Ahmet Cemil’in fesini kura çantası yaptılar; iki kâğıt parçasına “pembe” ve “sofa” sözleri yazıldı. O vakit talih yargısını verdi; pembe odaya talih yâr oldu. Şimdi ne vakit Ahmet Cemil, o eskimek bilmeyen kilim döşemenin üstüne otursa babasının bir yargıç ciddiliğiyle elini fese sokarak “Göreyim seni pembe oda; senin acımana kaldı!” deyişi gözlerinin önüne gelir.
O