Milton’a, Young’a, Byron’a, Hugo’ya, Musset’ye, Lamartin’e kadar geldiler…
O vakit bu evrenin lezzetleriyle kendilerinden geçerek uzun, pek uzun bir süre kalmak gerekeceği bakışlarında belirlendi. O şiir denizinin içine daldılar. Artık derslerini bütünüyle savsaklar olmuşlardı. Okulda bütün kurtarabildikleri vakitleri bunlara ayrılmış bulunuyordu. Dilde güç kazandıkça şiirin tadına kanamaz olmuşlardı.
O yıl imtihanlarını pek zor verdiler. Ama bunun onlarca ne önemi var?.. Asıl, imtihandan sonraki iki ay tatili beklemekteydiler. Bu iki ay içinde istedikleri gibi okuyacaklardı…
Ama ne kadar yazık ki ne kadar yazık! Dert ve felaket insanları en çok umuda sarıldıkları zamanda hırpalamaktan zevk alır. Ahmet Cemil o iki ayı, Hüseyin Nazmi’nin her yaz ailesiyle gittikleri Erenköy’deki köşkünde geçirmeye hazırlanırken talih kendisi için başka bir şey hazırlamakla uğraşmaktaydı: Babası bu sırada vefat etmişti.
5
Ahmet Cemil için bu felaket öyle bir beklenmeyen vuruş idi ki bir süre bütün beyni donmuş gibi sersemlik şaşkınlık içinde kaldı.
Onda, şiirle uzun süredir yakından ilgilenmek, hastalıklı denilebilecek bir duygusallık meydana getirmişti. Öyle bir duygusallık ki bu duygusallıkla hastalıklı olanları başkaları için anlaşılmaz, davranışlarında akla yatkın hareket edip etmediğine kesin yargı verilemez; hareketlerinde, düşüncelerinde, duygularında bir büyüklük olduğu kanısına varılır da bunun yerinde olup olmadığını onaylamaya cesaret edilemez bilinmez şeyler hâline getirir.
Öyle bir duygusallık ki bir gün hayatı bütün çirkinlikleriyle, aç kalmış ailelerden, gözsüz genç kızlardan, beynini bir kurşun parçasıyla dağıtan umutsuzluğa düşmüşlerden, (şuna buna) avuç açan beyaz saçlı adamlardan, çocuklarını kilise kapılarına bırakan annelerden, bir şarap şişesinin yanında insanlıktan sıyrılmaya çalışan kara bahtlılardan, bütün o çirkinlikten meydana gelmiş gibi gösterir. İnsana “Kaç, bu hayattan kaç!” der.
Başka bir gün ise gözlerinin önüne bütün güzelliklerini döker: Bulutların arasında nazlı nazlı yüzen bir ay, türlü renklerden yangınları içinde ufuklardan çekilip giden bir güneş, etekleri denizlere dökülmüş yeşil dağlar gösterir, “Sev, bu doğayı sev!” der.
Bir gün mutlu, başka bir gün mutsuz; bu dakikada çok sevinçli, biraz sonra hüzünlü yapar. Veya bir anda yüreği hem sevinç ve neşe hem de gamla doldurur. Öyle bir duygusallık ki bir hastalığa benzer de değildir.
O felakete uğradıktan sonra Ahmet Cemil, bütün duygu yetenekleri yok olmuşçasına donmuş bir varlık hâline geldi. Artık yatılı gidemediği okuluna yalnız başına gidip geliyordu. Okumuyordu; üstelik sevgili şairlerini, o ruhunun en içtenlikli arkadaşlarını yoldaşlarını bile, kendileriyle olan yakınlığını sürdürmeye değer bulmadı. Hüseyin Nazmi’den de eskisi kadar hoşlanmıyordu.
Yalnız bir şeyden hoşlanıyordu: Sessizlik! Evde de onun bu sessizlik zevkine saygı gösterilirdi. Babasının ölümünden beri ailesiyle arasında hemen hiçbir ciddi konuşma geçmemişti. Ama bir gün geldi ki bu sessizliği, bir korkunç görevi onun aklına getirtmek için annesi bozmak zorunda kaldı.
Bir akşam ona “Oğlum, seninle biraz ciddi konuşmak gerekiyor.” dedi.
O vakit bu ana ağzından çıkan her sözün ardından ağlamak zorunda kalacağının yenilgisinden korkarak kimi zaman köşede büzülmüş, siyah gamlı gözlerini annesine dikmiş bakan İkbal’e kimi zaman göğsü kabara kabara duran Ahmet Cemil’e bakarak, baktıkça tıkanarak kimi zaman hiçbirisine bakmaya güç bulamayarak perişan, bir düzene uymaz, birbirini tutmaz, yarım yarım cümlelerle babalarından bir şey kalmadığını; kalan ufak tefeğin biraz sonra bitmek üzere olduğunu söyleyebildi.
Sonra gene sustular. Bir ara o sessizliğin içinde kısaca ama kısalığında korkunç bir anlatım gizlenen şu soru soruldu:
“Ne vakit diploma alacaksın?”
Ahmet Cemil artık gözlerini kapadı. Sanki dün sütüyle beslediği çocuktan bugün ekmek isteyen bu ananın perişan hâlini görmek istemiyordu. İkbal’in, üzerinden bir bulut gibi geçen siyah gözleri indi.
Bu akşam ancak bu kadar konuşma yapılmış oldu. Ama ilk kez olarak ciddi bir ortam içinde söylenen şu birkaç söz, Ahmet Cemil’i tamamıyla yeniden kendisine getirmişti.
Bir yasın kahrı altında ezilip kalan yüreklere güç kazandırmak için hayat görevlerinin egemen sesi sedası kadar etkili şey olamaz. O geceyi Ahmet Cemil karabasanlar içinde geçirdi. Ertesi gün Hüseyin Nazmi’yi bulmaya karar verdi. Erenköy’e kadar gitmek, o her türlü özel yönlerini bilen dosta bol bol derdini dökmek istedi.
İnsan keder ve sevinç zamanlarında, yüreğinin katlanabileceğinden fazlasını başka bir duygulu yürekle paylaşmak ister. Bu öyle bir ihtiyaçtır ki maddi faydası beklenmeksizin Ahmet Cemil’i Hüseyin Nazmi’ye götürüyordu.
Sabahleyin erken kalktı. Bütün zihnini ezen bilinmezliklerin çözümü, çaresi Hüseyin Nazmi’nin elindeymiş gibi gidip onu bulmakta acele ediyordu. Sanki oturursa geç kalacakmış gibi vapurda bir yerde duramadı. Kafasında bütün anılar, düşünceler donmuş, yalnız bir nokta yaşıyordu: Annesiyle kardeşini yaşatmak… Ama nasıl? Daha okulu bitirmesi için bir yıl var. Üç yüz… Bu kadar gün ki her birini geçirebilmek için ekmek gerek…
Bu ekmek sözü, yüreğinden soğuk bir iz bırakarak geçti. O yaşlı anne… O daha çocukluktan tamamıyla çıkmamış genç kız… Onlar daha neler isterler? Ah! Onlara neler vermek isterdi ama nerede o vasıtalar ki bütün o istenilecek şeyleri alsın da getirsin, o iki sevgilinin önlerine döksün, “Bakınız, bunlar sizin için, evet bunları sizin için, size, ben aldım!..” desin.
Ah! O da zengin olsaydı. Hüseyin Nazmi ne kadar mutluydu. Zenginlik ve saygınlık sahibi bir babanın oğlu, bugünü düşünmek zorunda olmadığı gibi yarın da geçim kaygısı daha mutluluk parlaklığıyla parlayan alnını elem çizgileriyle bozmayacak. Ama ne zararı var? Ahmet Cemil çalışmaktan kaçan o korkak kimselerden mi idi ki daha hayat kavgasına ilk adımını atmadan yılgınlığa yenilip kalsın!..
Hayatla uğraşmak, bu geçim kavgasında o da yumruğunu sıkarak payını almaya çalışmak gerekiyor, öyle mi? Niçin çalışmasın? Bu sorulara kafasının içinden karşılıklar verdikçe sanki dövüşmeye hazırlanıyormuşçasına ayaklarının üstünde biraz daha sağlam duruyordu.
Haydarpaşa’dan trene atlamak, Erenköy’e çıkmak; duraktan epeyce uzak olan Hüseyin Nazmi’nin açık mavi boyalı, bahçesi demir parmaklıklı güzel köşküne kadar gelmek için geçen zaman, hep kafasını dolduran düşüncelerle dolu olarak geçti. Ama köşkün parmaklık kapısı yanındaki zili çekeceği sırada eli, alışmadığı bir biçimde titredi. Ara sıra buraya geldikçe yüreklilikle içeri girmek alışkanlığında olduğu hâlde bugün bir cömertlik kapısının karşısında, dermandan düşmüş bir ricacı gibi oluşunu düşünerek cesareti kırıldı. Birden arkadaşına yüreğinin bütün acılarını döktükten sonra onun bir bakışla “Ne demek istiyorsun? Para mı gerek?..” demek isteyeceğinden şüphelendi.
Şu dakikada duyduğu korku, bir türlü elindeki zili çekme gücünü bırakmamıştı. Geri dönmek, buradan, bu güzel köşkün, gözlerinin önünde zenginliğin bir simgesi gibi yükselen bu yapının kapısından kaçmak, geri dönmek, ta o Süleymaniye’deki evceğizin kucağına atılmak, babasının hâlâ hayalini gördüğü o köşeciğe kadar giderek “Baba! Sen bizi bırakmamalıydın!..” demek istedi.
Sonra bütün düşünceler zincirlemesini benliğinde duyduğu güçlü