iyileşmiştir- hoca efendi sanki yoklama defterini açar:
Hüseyin Nazmi Efendi, Saraçhane -bu Hüseyin Nazmi Efendi, şimdi “Gencîne-i Edeb” dergisinin yazarı olan gençtir- derse çağrılır; hoca efendi sorar:
“Efendi, darp neye derler?”
“Bir sayıyı başka bir sayı kadarınca yineleyerek çoğaltmaya darp derler.”
“Geçin tahta başına!”
Hüseyin Nazmi Efendi tahta başına geçer, tebeşiri eline alır, hoca efendi emreder:
“24605… Yazdınız mı? Ha! Şimdi bunu darp etmeli… 67 ile… Anladınız mı?”
Ahmet Cemil kimi zaman bu taklitle derse o kadar dalar ki babası gelmiş, yavaşça yukarıya çıkmış; arkasından annesiyle kız kardeşi gelmişler, orada bir yere birikerek sessiz ve tatlı bir gülümsemeyle kendisini seyre koyulurlar da o bunu sezinlemezdi. Sonra gözleri oraya ilişiverince donar kalır, elindeki tebeşiri nereye atacağını bilemezdi.
Babası, bu okuldan alıp kendisini Mekteb-i Mülkiye’ye götürünceye kadar bu oyun sürdü. Ama orada Ahmet Cemil’e bir ciddilik geldi. Artık kendisine büyük bir adam gözüyle bakmaya başladı. Üstelik -bu on dört yaşındaki çocuk- buraya gidip gelirken çanta taşımaya bile tenezzül etmez oldu; kitaplarını bir gazeteye sarar, koltuğunun altına yerleştirir, bir “kalem efendisi” tutumunu takınırdı.
Hayatının mutluluk sayfaları hep bu okulda geçen mutlu günlere ilişkin tatlı anılarla doludur.
Hüseyin Nazmi ile asıl sevgi iplikleri burada bağlanmıştı. İkisi de bir sınıfta idiler; ikisi de yatılı olmuşlardı. O vakit aile yaşayışından uzak düşen bu iki genç yürek, birbirleriyle içtenlilik dolu bir yakınlık oluşturdular; emelde ve düşüncede de bir ortaklık kurdular. Zaten duygularında, dış etkileri alıp bunları değerlendirmekte, düşüncelerin belirtilmesi ve kafaya yerleştirilmesi biçiminde aynı anlaşım içindeydiler.
Örneğin ikisi de bir şeyi tuhaf veya garip bulmakta, bir düşünceyi beğenmek veya geri çevirmekte, bir olaydan etkilenmekte veya ona ilgisiz kalmakta her zaman görüş birliğindeydiler. Onun için sevişmek, o insanlar arasında o kadar tatlı olmakla birlikte pek az rastlanılır biçimde gerçekleşen sevişmek, bu iki tertemiz yürek için pek kolay bir şey oldu. Hem de o kadar ki bütün öteki sınıf arkadaşlarına yabancı kaldılar.
Aralarındaki yakınlık, başka bir yüreğin kendilerine katılmasına katlanamayacak ölçüdeydi. İlk yıllarda arkadaşlıkları duygularını birbirlerine aktarmaktan fazla bir şey değildi; ama sonraları… Taze beyinleri gelişmeye başlayıp okuduklarını anladıkları zaman, işte o zaman, ikisinde de bir okuma deliliği başladı. İlk okuma heveslerine özgü doymak bilmez bir açlıkla, her ellerine geçeni okumak istediler.
Önce öyküler, kitapçılardan kira ile alınmış veya arkadaşlarından bin rica ile istenilmiş tercüme veya yerli bir alay öykü okudular. Çoğunlukla birlikte okurlardı. Sınıfın bir köşesinde, ıssızca bir yere çekilirler, kitabı çekmecenin içine yerleştirirler; Ahmet Cemil yavaş sesle okur, Hüseyin Nazmi dinler ve işitemediklerini göz ucuyla süzerek tamamlardı. Her iki arkadaş görüş ve düşüncelerini, yüreklerini bir kitabın bir sayfasında böylece ortaklaştırırlardı.
Bir ara öyküden tiksindiler; o ilk önce duydukları tat aldıkları istek ve merak kayboldu. Ama okuma ihtiyaçları olanca şiddetiyle sürdü. Tarih okumak istediler; ellerine geçen bir eski tarihi yarıda bıraktılar. Okulda zaten dersleri değil mi? O yetmez miydi? Hayale dalmaya -Ahmet Cemil’in Fransızcadan tercüme edip kullandığı “mâfevkal’arz”a-öylesine yönelik düşüncelerini, geçmiş zamanların mezarı demek olan tarihe sürüklemekten tat duymadılar. Ama utanarak bunu kimseye de açıklamak istemezlerdi. O kadar hayal arayan gençler olmaktan değil ama öyle görünmekten korkuyorlardı. Edebiyat sınıfına geçtikleri zaman hayal kurmaya elverişli bir alan aramakla dolu olan düşüncelerine yeni bir uçuş, gökyüzü açıldı: Şiir…
O vakit, şiir adına meydana getirilen bütün yeni ürünleri okudular. Okumak deyimi yeterli olmaz; onların arasından koştular. Sonra, serin bir kaynaktan ayrılamayan çöl yolcuları gibi gene o ciğerlerine taze bir canlılık veren kaynaklara geri döndüler; okuduklarını bir daha okudular, kimi parçaları ezberlediler. Sonra buldukları şey yetmedi, dahasını bulmak istediler; ama artık onları doyurabilecek türden şeyler bulamıyorlardı.
Ruhlarını tatlı bir uyuşukluk içinde kapsayıp çeviren bu ufuk, bu şiir ve hülya alanı o kadar dardı ki… O zaman aradıklarını bulmak için eski divanları okumak istediler: Fuzulileri, Bakileri, Nef’ileri, Nebileri, Nedimleri araştırdılar. Bir ara bunların kimisinde, hele Nef’i’de buldukları dil görkemi düşüncelerini örtüp kapladı, duygularını bunalttı. Söylenen sözlerin tantanası altında şaşırdılar. Aşırı süssüz gösterişsiz bir beste mırıldanmak türünden, yalnız bu dil musikisine aldanarak okudular; sonra o musikinin asıl temel ruhuna dikkat etmek istediler. Ama bunlar o kadar donuk ve sessiz veya o kadar patlamalar arasında o denli canlılıktan yoksun göründü ki ruhlarını istedikleri gibi titretmekten uzak kaldı.
Bir zaman geldi ki aradıklarını bulmak umutlarını kestiler; okumaya küstüler, okumaz oldular. Ama bu durgunluk, tembellik süresi -bir gün geldi ki- o yıllarca okumanın tohumlarından filizler çıktığını göstererek geçti. Sanki bir kıştan sonra bir bahar… Bu genç düşüncelerin baharı gelişmeye başlamıştı.
Bir gün Hüseyin Nazmi, utanarak Ahmet Cemil’e -gece yatağında iken yazmış- söylemiş olduğu bir ay ışığı tasvirinin ilk dört beyitini okudu. Ahmet Cemil karşı çıktı:
“Yatakta mehtabı tasvir etmek olur mu?” diyordu. Ancak biraz da kızarmıştı. Niçin? Ertesi sabah o da ay ışığı tasvirinin öteki dört beyitini yapmış bulundu.
Artık bir uğraşı alanı bulunmuş oldu. Ya okul kitapları?.. Oh! Onlarla uğraşılmayalı zaten pek çok zaman olmuştu. Okula girdikleri zamandan başlayarak sınıfın bir türlü yüksek derecelerine heves edememişlerdi. Sınıfın orta bölgesinde yaşamayı yeğliyor görünürlerdi. Önce okumalardan, şimdi karşılıklı şiir yazmalardan çalabildikleri saatlerle ders kitaplarına ayırdıkları zaman, kendilerini şu orta bölgede tutmaya yetiyordu.
Bir tatil günü birlikte geziyorlardı. Genç çocuklara özgü bir şiir hevesiyle her gezdikleri yerde her gördükleri şeyi buna fırsat sayarlardı. Örneğin o gün köprüden geçerken vapurun bacasından çıkan dumanlar için bir benzetme yapmak, Beyoğlu’na çıkarken rastladıkları kürklü bir başlık giymiş minimini sarı bir Alman kızı için bir manzume söylemeye yeltenmek gibi çocukça şeyleri olurdu. Ama artık böyle etkilenmelerden kendileri de bıkkınlık duymaya, bunları kendileri de gülünç bulmaya başlamışlar; beyinlerinin içinde büyük düşünceler bulup da onların büyüklerine oranla küçük kalanların kendilerinden duydukları bıkkınlığa benzer bir şey sezinler olmuşlardı.
O gün Beyoğlu’ndan geçerken bir kitapçı dükkânının önünde durdular. Vitrinde dizili kitaplara bakıyorlardı. İkisi de özel çalışmaları sayesinde Fransızcayı, okullarda mümkün olan dereceden çok daha fazla bir oranda öğrenmişlerdi.
Birden Ahmet Cemil dedi ki:
“Ah! Bak başlığa… Herhâlde bir şiir kitabı olacak.”
Hüseyin Nazmi baktı. Ahmet Cemil’in gösterdiği kitap, Edmond Haraucourt’un “L’ame Nue” adlı şiirler kitabıydı. Ahmet Cemil bunu hemen kendi özgü dili ile “Rûh-ı Üryan” diye Türkçeye tercüme etti.
İkisinde de bu kitabı satın almak için birden bir istek uyandı. Utangaç bir tutumla içeri girdiler; Fransızca sormaya cesaret edemeyerek kitabı istediler. Hüseyin Nazmi parasını verdi.
Ahmet