yüreğimde en küçük bir heves bile yoktur. Ne olur, varsın bizi iltifata değer görmeyen arkadaşlar içinde Şair Raci de bulunsun… Bugün, ‘Gencîne-i Edeb’ dergisinin iki bin satışına Hüseyin Nazmi sebeptir, diyorlar.”
Raci’yi hiçbiri sevmezdi. Bulaşıcı bir gülümseme bütün dudakları dolaştı. Herkeste bu sözlerin (etkisiyle) tatlı bir haz uyanıyordu. Raci, küçümseyen bir bakışla karşılık vermeye çalışıyordu.
Ahmet Cemil, dinleyenlerin sevgisine güveni olan bir konuşmacı rahatlığıyla, gülümseyen dudaklarını fincana uzattı. Sözünü sürdürmekte mahsus gecikiyormuşçasına kahvesinden bir yudum içti, sonra dedi ki:
“Hüseyin Nazmi’yi küçültmek-aşağılamak için fırsat kollayanları anlayamıyorum. Her gün kucak kucak önünüze yığdığı o güzellikleri, edebiyat âleminin o yeni temellerini görmemek için insanın gözlerini kapamak, bugün kaleminden taşan zafer çığlığını işitmemek için insanın kulaklarını tıkamak gerekir…
… Şakalarla onu durdurmak istiyorsanız boş düşünce! Görmüyor musunuz ki bugün dâhiliğinin pınarı coşup taşmaya başlamış bir nehir gibi akıyor; ileriye, sürekli ileriye akıyor!.. Onun coşkun dalgalarına set mi çekeceksiniz, çekebileceksiniz?.. Anlamıyor musunuz ki mümkün değil! O, en katıksız kaynaklardan güç alarak, en yüksek tepelerden atlayarak, en gönül okşayan vadilerden dolaşarak, en temiz kayalardan süzülerek büyüye büyüye yükseldi. Düşmanları biraz ağızlarını açsalar boğulacaklar…”
Saib -kısa, zayıf, kuru çocuk- zevkinden ellerini ovuyordu. Sait dayanamadı, arkadaşı Raci’den ayrıldı; “Evet!” dedi.
Ali Şekip gizlice Raci’yi gösterdi. Raci kinden, kıskançlıktan oluşmuş bir duyguyla sanki boğuluyordu.
Ahmet Cemil, ince parmaklarıyla yumuşak sarı saçlarını taradı; gözleri yarı kaybolmuş, bir yeni ilham dalgasıyla tutuşmuş kadar parlayan yüzü -lambanın ışığıyla yarı gölgeli bir tablo biçiminde, kendisini dinleyen, bütün sözlerine katıldıkları gözlerinden okunan bu arkadaşların karşısında- Raci’ye yarı dönük yarı ona seslenen bir durumda konuşmasını sürdürdü:
“Siz şiirimizin, eskilerin bıraktıkları yerde, olduğu gibi kalmasını görmek istiyorsunuz ama buna imkân olmayacağına bir türlü inanmak istemiyorsunuz…”
Raci’nin dudaklarındaki küçümseme gülümseyişi sanki donmuş, orada yapışmış gibi ne dağılıp ne açılıyordu.
Ahmet Cemil’in yanaklarına hafif bir renk çıkıyor, dudaklarına bir titreşim geliyordu. Ama sesi, katıksız bir ahenk kadar kulakları okşayan, ruha sıcaklık veren sesi -uçtukça uçuş yetenekleri artan kırlangıçlar gibi- söyledikçe güç buluyordu.
“Şiirin nasıl bir yol izlemesi gerektiğini anlamıyorsunuz. Fuzuli’nin katıksız ve içtenlikli şiirine tercüman olan o temiz dilinin üzerine sanat gibi süsleme gibi iki belayı musallat etmişler; dilde onlardan başka bir şey bırakmamışlar. Öyle şeyler söylenmiş ki sahiplerine, şair denmekten çok kuyumcu denebilir…
Bir ucundan tutulsa da silkelense taş parçalarından başka bir şey dökülmeyecek… Dili donmuş bir yığın hâline getirmişler. Bakiler, Nedimler, o dâhilik perisinin alınlarına ilahi bir nur koyduğu adamlar, bu dilden, bu donmuş yığından ne çıkarabileceklerinde şaşkın, kararsız kalmışlar. Dili -üstünü örten, süsleme ve sanatçılık yükünün altında zayıf, sarı, artık görülemeyecek, belki yok denebilecek bir hâle gelen ruhu- Veysîlerin, Nergisîlerin eline vermişler; o güzel Türkçeye bilmece söyletmişler…
Bunu inkâr etmek mümkün değil… Dört yüz yıl emekle dilin üzerine yığılan bu kof şeyler işte sonunda, zamanla, yavaş yavaş sıyrılıp savruldu…”
Ahmet Cemil şimdi kendisini unutmuş; yalnız göğsünü şişiren, beyninde biteviye aynı şekilde vuran bir durağan düşünceyle söylüyorcasına kimseye bakmayarak, üstelik söylediğinin farkında olmayarak konuşuyor konuşuyor; bütün çevresinde bulunanlar -sanki bu genç konuşmacıdan çıkan bir mıknatıs soluğuyla bulundukları yerden yüksek bir noktaya çekilmişler gibisine- kımıldamayarak, gözleri dalarak, soluklarını tutmak isteyerek, bir vaaz verenin karşısında heyecandan uyuşmuş duranlar hâlinde dinliyorlardı…
“Bilseniz, şiirin nasıl bir dile muhtaç olduğunu bilseniz! Öyle bir dil ki… Neye benzeteyim, bilmem?.. Konuşan bir ruh kadar temiz, sağlam ve iyi anlatıcı olsun. Bütün kederlerimize, sevinçlerimize, düşüncelerimize, o yüreğin bin türlü inceliklerine, düşüncenin bin çeşit derinliklerine, heyecanlanmalara, öfkelenmelere tercüman olsun!..
Bir dil ki bizimle birlikte, güneşin batışının hüzünlü renklerine dalsın düşünsün; bir dil ki ruhumuzla birlikte bir yasın acısı ve umutsuzluğuyla ağlasın. Bir dil ki sinirlerimizin heyecanına eşlik ederek çırpınsın… Hani ya bir kemanın telinde önüne geçilip tutulamaz, anlaşılamaz, bir kural altına alınamaz ezgiler olur ki ruhu titretir… Hani ya tan ağarmasından önce ufuklara hafif bir renk katışımıyla dağılmış sisler olur ki üzerlerinde belirgin hâle getirilemez, ne olduğu anlaşılamaz yankılar uçar; gözlere öpücükler serper… Hani ya kimi gözler olur ki sonsuz karanlıklarla dolu bir ufka açılmış ölçülemez, nerede biteceği konusunda bilgi edinilmesi mümkün olmayan derinlikleri vardır, duyguları, duygulanmaları yutar…
İşte (öyle) bir dil istiyoruz ki onda o ezgiler, o renkler, o derinlikler olsun. Fırtınalarla gürlesin, dalgalarla yuvarlansın, rüzgârlarla sarsılsın; sonra veremli bir kızın yatağının kenarına düşsün, ağlasın; bir çocuğun beşiğine eğilsin, gülsün; bir gencin umutla parlayan bakışına saklansın…
Bir dil… Oh! Saçma söylüyorum sanacaksınız; bir dil ki sanki bütünüyle bir insan olsun.”
Ahmet Cemil’in titreyen sesinde ezgilenen katıksız ahenk, dâhiliğin büyülü değneğine değmiş sanılan yüzünde parlayan bir saniha1 yıldızı; lambanın hafif ışığı ve dalgalanan tütün dumanları arasında yükseliyor görünen yapısı; ruhu okşayan bir nazım (manzume-şiir) biçiminde, titrek dudaklarından dökülen bu sözler, sanki orada bulunanlara bir cazibe dairesi içine almıştı.
Ahmet Cemil’i bir yıldan beri tanıyorlardı. Geçen yıl Mülkiye Mektebi’nden çıkıp da basın dünyasına atıldığı zamandan beri… Onu bir kez görmek, (kendisini) sevmek için yeterli gelmişti. Herkes severdi; daha doğrusu bir tür saygı duyardı.
Son söz üzerine Ahmet Cemil, yorgun bir hâlde iskemlesine atıldı. O son sözünden sonra öyle bir hâle geldi ki hiç konuşmamış, deminden beri orada sessiz, kendi kendine düşünüyormuş, oturuyormuş sanılırdı.
Raci, yüzü pek kötü bir biçimde kızarmış olarak yanına yaklaştı; ellerini sofranın kenarına dayayarak yarı alaylı, yarı tehditle karışık bir durumla dedi ki:
“Bunlar öyle şişkin ama öyle boş sözlerdir ki içinde bir şey bulmak mümkün olamaz.”
Ahmet Cemil karşılık vermek istedi. Zaten sofrada genel bir kımıldama olmuştu. Raci’nin karşılık olarak söyleyeceği şeyler kargaşalığa geldi. Şimdi bahçenin orkestra takımı gece çalmasına başlamak üzereydi. Kemanlar hazırlanıyor, kırık dökük melodi parçaları işitiliyor, bahçe hizmetlilerinden biri elindeki ışıklı değneğiyle dolaşarak halkın yeniden toparlanmasına kadar idare etmek amacıyla, söndürülen (hava gazı) lambalarını yakıyordu.
Hep ayağa kalkmışlar, şöyle bir iki tur yaptıktan sonra -bahçenin yan ve ıssız bir yerinde pineklemektense- ortalarda bir yerde oturmak istemişlerdi. Üstelik Ali Şekip, şölenin hiçbir yönünde