çıkar: Babasının “Mesnevi”ye pek merakı vardır, kitabın gelişigüzel bir yeri açılır. Her yeri çekici ve sürükleyici olan bu kitabın bir öyküsü okunur. Ahmet Cemil’in küçük yaşından beri eğitim-öğretim ortamındaki bütün adımlarına yol gösterici olan bu baba o vakit oğluna ders verir: Bir inceliği, bir espriyi anlatmak, bir mazmunu yorumlamak için saatlerce yorulur; bu genç beyni bir gonca gibi nazik parmaklarla açmaya çalışır…
Kendi evlerine geldikten sonra bu gece çalışmaları haftada sadece bir kez olarak kaldı. Ahmet Cemil okulda yatılı olduktan sonra bu aile heyetinin önemli bir direği, haftada altı gece orada hazır bulunamaz oldu. Babasının deyimince “iskemle üç ayaklı” kaldı. Ama ne yapalım? Her şeyden önce çocuğu hayata hazırlamalı. Üstelik mümkün olsaydı da İkbal’i de okula yatılı verselerdi. O vakit iskemle iki ayağı üzerine durmaya çalışırdı…
Ne kadar yazık!.. Şimdi iskemle gene üç ayak üstünde ama bu kez eksilen ayak, o kadar önemli bir ayak ki iskemle duramıyor…
O vakitten sonra bu küçük mutlu aile nasıl değişmiş, ansızın bir kaza vuruşuna uğrayan bu yuvacık nasıl darmadağın, baş aşağı düşmüş gibiydi.
O vakitten beri o pembe odanın içinde o kilim döşemenin üstünde bir şey noksandı. Bu evin bütün havasında hayatın büyük bir ögesi eksilmişti. O noksana kendilerini alıştıramamışlardı. Hele ilk yas günlerinde bir akşamüstü, örneğin kapı çalınsa İkbal’in “Babam geldi!..” diyeceği tutardı. Yemek sofrasının başında toplandıkları zaman hepsinin beyninde çizili olan o yüz, sanki daha orada, karşılarında imişçesine o yemeğe başlamadan ötekiler ellerini uzatmazlardı.
O vakit acılı bir hüzün sessizliği başlar, bu sofra başında bir mezarın sessiz iniltisi egemenliği sürer, ciğerlerinden çıkan bir hıçkırık boğazlarına kadar gelir takılır, lokmaları geçmez; bu anne, yaşların saldırısı ile titreyen gözlerini oğlu ile kızına dikerdi. Bir an için bu üç kişinin gözleri birbirine rastlayıverse o hazır duran yaşlar birbirini uyandırır, taşardı. Yiyemedikleri lokmalarıyla hüzünlü duran tabaklara damlar, “Ne oldu, bu çocukların babaları ne oldu?” sorusu sofranın havasında uçar gibi olurdu.
Kaç sabah Ahmet Cemil yatağından, göğsünde bir ateşle kalktıktan sonra, sanki korkunç bir düşten uyanmış da sabahleyin o düşün altından mutlu bir gerçek çıkacakmışçasına odasından yavaşça yürüyerek babasının odasına gitmiş; onu daha yatağının içinde rahat bir uyku ile uyuyor hâlde görecekmiş umudu ile titremişti.
O günden sonra hayat mücadelesi ne korkunç başlamış, geçim yükü bu zayıf omuzlara nasıl çökmüştü!..
O zamana kadar hayatın daha ilk bölümünü bile okumamıştı. Ah, okulda geçirdiği zamanlar!..
Ahmet Cemil öğrenimini herkes gibi izlemişti. Önce ilk mektebe gider gelirdi. Ama bu zamana ilişkin anıları o kadar belirsizdir ki nasıl okumaya başladığını, bu mektepte ne yaptığını pek karışık bir biçimde aklına getirebilir:
Yalnız büyük bir oda, o odanın içinde sıra sıra kürsüler, ta karşıki duvarda iki büyük kara tahta, gene karşıki köşede yüksekçe bir minder üstünde beyaz sarıklı muallim…
Oh! Bu muallim ne güzel bir adamdı, seyrek sakallı, oldukça genç, temiz… Hele mavi bir cübbesi vardı ki kendisine pek yakışırdı. Ahmet Cemil bu ayrıntıları hafızasında pek iyi tutmuştur. Unutamayacağı şeylerden biri de mektep arkadaşlarının arasında biri, belki de gene mektebe gelip giden bir büyük adamın oğlunun bir hizmetlisi vardı ki başlıca Ahmet Cemil’e musallat olmuştu. Kaç kezler onu ağlatmış, hoca efendiye başvurmak zorunda bırakmıştı. Üstelik bir kez -bilmem, bir tokat meselesinden dolayı olmalı- babası bile mektebe gelerek hoca efendiyle oldukça şiddetle bir konuşmada bulunmuştu.
O gün… Ahmet Cemil’in bir şeyden haberi yoktu; sabahleyin her zaman olduğu gibi mektebe gelmiş, yerine oturmuştu. Dersler daha başlamamıştı. Çocuklar hep kürsülerin üstünde sallana sallana, yarı sesle derslerini yineliyorlardı. Odanın içinde bir uğultu vardı. Birdenbire bu uğultu durdu; derin bir sessizlik…
Ahmet Cemil başını kaldırdı; herkes bir yere bakıyordu. Bir de ne görsün? Babası… Ahmet Cemil şaşırdı, yanaklarından ateş çıktı, bunaldı. Neden? Babası neden gelmiş olacak? Şimdi hoca efendi ayağa kalkmış, onu karşılamış, oturmuşlar, görüşmeye başlamışlardı. O vakit bütün suskun ve şaşkın duran öğrenciler, şu küçücük halk da hocanın bu uğraşımından faydalanarak yerini değiştirmeksizin harekete başladı.
Komşu çocuklardan biri gözüyle başka birine Ahmet Cemil’i gösterdi. Bu işaret, bu önemli haber bütün odayı dolaştı. Bir dakika içinde herkes bilgi edindi ki bu gelen Ahmet Cemil’in babasıdır; o dünkü olay için geliyor. Gözler hep Ahmet Cemil’den hizmetliye -ola ki adı Bilal- Bilal’den Ahmet Cemil’e gidip geliyordu. Zenci çocuk nerdeyse ağarma derecesine geliyordu.
Sonra ne oldu? Ahmet Cemil artık ötesini bilmiyor, o kadarı aklında kalmış. Çocuklukta hep böyle değil midir? Anılar hava ve zaman etkisiyle yıpranmış, delik deşik olmuş bir sayfa biçiminde kalır. Zamanında en çok etki eden şeyler, anılar tablosunda en derin kazılır. Üstelik Ahmet Cemil gözlerini kapayınca anıları arasında bu olaydan sonra kendisini birden o mektepten ayrılmış ve başka bir mektepte bulur…
Bu kez büyük bir mektep, üstelik Ahmet Cemil’in resmî giysisi bile var. Küçük bir asker önemini almıştır. Öyle ya artık askerî rüştiyesinde. Önce ne kadar utanmıştı! O büyük okulun içinde ilk günleri korkarak yürür, kendi sınıfından başka bir yere giremezdi. Sınıflarında seksenden fazla çocuk vardı ama Ahmet Cemil bu seksen kişiyi iki yüz kişi gibi görürdü ve babasına da o yolda bilgi verirdi de bir türlü inandıramazdı.
Burada her şey başka türlüydü. Öteki okulda sıralar hâlinde birbirini izleyen saatte bir hocanın önündeki kürsüye gidip oturulduğu hâlde, burada her iki saatte bir başka hoca geliyordu.
Bu ilk yılda ne öğrendi? Onu kesinlikle bilmiyor. Yalnız matematikten pek sıkılırdı; hocası da ona musallat olmuştu, her zaman tahtaya onu kaldırırdı. Zavallı kaç kezler o iki yüz kadar önemli görünen seksen arkadaşının karşısında kara tahtanın başında perişan, utanılır, mahvolmuş hâle düşmüş, kendisini kaybetmiş, yavaş yavaş ağlamıştı…
Bununla birlikte bir süre sonra onu mümessil yaptılar. Bakınız, bu önemli olayın aslını hâlâ anlayamamıştır. Niçin mümessil oldu, mümessil olmak için ne yapmıştı? Matematik derslerinde tahta başında ağlamaktan başka bir erdemlilik göstermiş miydi? Daha da pek küçüktü ama bütün çocuklar ona saygı duymaya başlamışlardı. Örneğin sınıfın en gürültülü bir zamanında, bir etüt sırasında, bir telaşla içeriye dışarıdan girer, elindeki cetveli önemli bir tutumla bir sıraya vurur, “Efendiler!..” diye başlar, ince sesiyle bu söylev başlangıcı sınıfın ortasına düşer düşmez, bir sessizlik… Herkeste bir dikkat, bakalım mümessil ne diyecek?..
Minimini mümessil ne der? Sınıftakilere iletilecek müdür beyin bir emri… Bu bir oyundur; ne müdürün bir şey dediği var ne de bildirilecek bir emir. Amaç bir kez onların dikkatini çekip düzme bir şey söyledikten sonra ama tam bir ciddilikle, işin aslı esası olmadığını sezdirmeyerek, evet, ondan sonra bir kez sağlanan sessizliği korumayı sürdürmek…
Ahmet Cemil’i mümessil olduğu gün görmeliydi. Evet, nasıl göğsü şişkin, bu mutlu haberi bir an önce eve vermek için sabırsızlıktan nasıl koşarak gelmişti! Kapıyı açan hizmetçi kız Seher oldu. “Mümessil oldum.” sözünü önce onun yüzüne attı. Artık babasının geleceği zamana kadar annesine mümessilliğin