Халит Зия Ушаклыгиль

Mai ve Siyah


Скачать книгу

için örneğin çarşamba günü, imtiyaz sahibi Hüseyin Baha Efendi’nin evinde uskumru dolması olacağını bilir çünkü bir gün önce mürettip yamağı Emin’e “İki okka alacaksın, dolmalık olacağını unutma. Geç kalırsan yarına yetişemez…” dediğini tamamıyla işitmiştir.

      Raci parasız kaldığı vakit, Ahmet Şevki Efendi’nin çekmecesinde para olup olmadığını Saib’den sorup araştırır çünkü o, her hâlde çekmecesinin bir köşesine atılan bir ilan ücretini görmüştür.

      Örneğin birkaç kişi arasında konuşma sırasında, bir söz gürültüye karışsın da anlaşılmasın, Saib’den sorunuz; o kesinlikle anlamıştır, size de anlatır. Ona her yerde rastlanılır. Gazetede herkesten çok işinin başına gelip gittiği, bir kitapçının hesap defterini tuttuğu; sabahleyin Mekteb-i Hukuk derslerine gittiği hâlde, Babıali Caddesi’nden çıkarken bakınız, bir matbaa kapısında, örneğin, o gün Ahmet Cemil’in bir manzumesinin iki beyitini okurken; biraz ötede tütüncü dükkânına uğrayarak filan derginin filan sayısının ne kadar satıldığını araştırırken; gazeteye giriniz, yazı masasının kenarında “Selanik özel temsilcimizden aldığımız bir mektuptur…” diye başladığı bir kâğıda yalancı bir mektup uydururken görürsünüz.

      Gazetede herkesten çok o çalışır; çeşitli yazılar yazar, yabancı gazeteleri okur, tercümelerini yapar, taşra mektuplarını özetler…

      Ahmet Cemil’in bu çocuk üzerine -çocuk diye ünlüdür çünkü yirmi yaşını her hâlde geçmiş olmakla birlikte çocukluktan kurtulamamıştır- duyduğu şey…

      Bakınız, işte şimdi bile sanki vücudunu iki kol tutmuş, sonu olmayan bir derinliğe çekiyordu. Kendisini toplamak istedi ama düşüncesinin bütün kendini yönetme gücüne sahip olmakla birlikte bedenini kaplayan o büyük bitkinliğe karşı koyabilmesi mümkün olmadı, mümkün değildi. O vakit kendi kendisini zorlayarak, sanki bedeninden yavaş yavaş uzanıp gidiyormuşçasına uyuşan bacaklarını çekti. Bahçenin bu yüksek noktasının önünde sayılan bütün görüntüyü bir düşün silinmiş biçimlerine benzeten bulanmış gözlerinde yeterli bir güç toplamak istedi.

      O sırada mızıkanın uzaktan gelen ahengini taklit ederek kendisine biraz dayanıklılık vermiş olmak üzere hafifçe, belirsizce ıslık çalmaya başladı…

      Şimdi Ali Şekip, Raci, Sait, Saib… Bütün yüzler beyninden silinmişti. Bu çalınan şeye tanıdık çıkıyordu, neydi? Her vakit, bahçeye hemen her gelişinde dinlediği bir şey… O vakit aklına geldi: Waldteufel’in ünlü valsini ne vakit dinlese bütün hayali açılır, gelişirdi. Onun adını kendine özgü bir dille Türkçeye tercüme etmişti: Barân-ı Elmas!2 Ne güzel, ne hayallemeler getiren, nasıl dünyalarını açan bir ad…

      3

      Bakınız işte gözlerinin önünde gördüğü şeyler: Başının üzerinde açılan bu gökyüzünde, yazın şu sıcak gecesine özgü bir buğu ile örtülü sanılan bu mavilikler içinde titriyormuş duygusunu uyandıran bütün bu yıldız alayları, bunlar bir elmas yağmuru değil mi?

      İçkinin etkisi altında bulanarak süzülen gözlerinin önünde donuk mavilikler üzerine avuç avuç sarı pullar serpilmiş olan gökyüzü sallanıyor; şimdi karşıdaki tepelerin uyuyan sırtlarına dökülecek veya denize doğru akan belirsiz tablo yavaş yavaş yüksele yüksele yerler gökler gecenin bu aşk havası içinde büyük, uzun, vücudu yaka yaka eritip dağıtan bir öpüşle birbirine sarılarak tek bir varlık olacak sanıyordu.

      Ah! Bu elmas yağmuru… Bahçenin durgun havasını dağıtan, bir aşk esintisi, sıcak ve baygın bir soluk gibi sanki ta göklerin sezilemeyen yüksekliklerinden dökülen bu ezgiler… Kimi zaman yüreğin en derin noktalarından geliyormuşçasına içten gelen, hafif, sanki sessiz-suskun; kimi zaman bir duygulanma kaynayıp fışkırmasına yansımışçasına patlayarak, çığlık kopararak kimi zaman bir yakınma iniltisi kimi zaman bir kahrolmuşluk iniltisi…

      Şimdi Ahmet Cemil, altından yer kaçıyor, başından gökyüzü uçuyor, bedeni bir boşluk içinde yuvarlanmaya başlıyor sanısındaydı.

      Elmas yağmuru!..

      İşte, işte, sanki göklerden dökülen, karşısında şu bayırın eteğinde yer yer parıldayan, denizin siyahlıkları içinde şurada burada ışıldayan bu ışıklar; işte, işte dans ediyor, yağıyor… Onlar da bir elmas yağmuru ama hayatta yüksek şeylere meftun olmuş gözler gibi aşağıdan yukarıya yağıyor; ta o göklere, o üzerinde gülümseyen nurlara, çalkalanan maviliklere doğru yağıyor.

      Bir düş içinde veya büyülü bir dünya karşısındaydı. Kemanların titreyen iniltileri, flavtanın kahkahaları, sanki bu enstrümanlardan, bütün bu kirişlerle tahta veya bakır parçalarından büyülü bir solukla canlanarak, kanatlanarak uçuşan küçük küçük ezgiler birbirine atılıyor; birden ötekine bir ayrılık acısının sesi, ötekinden bir ızdırap iniltisi, şundan bir özleyiş inlemesi, başka birinden bir umut cevabı çıkarak, bütün o zavallı insan ruhuna özgü acılıkların, tatlılıkların hazinesini taşıyor. Mavi, siyah kelebekler gibi uçuşarak birbirleriyle dudak dudağa bir birleşme-kavuşma içinde dağılıyorlar, yükseliyorlar… Sonra bunlar o parlak gökyüzünün maviliklerine, şu karanlık denizin siyahlıklarına serpiliyor; işte, işte şu aşağıya süzülen, şu yukarıya uçuşarak siyahlara bürünen soluk ışıklar! Elmas yağmuru…

      Son bir ezgi tufanı ile birdenbire müziğin duruşu bütün bu hayaller zincirlemesine bir son verdi. Ahmet Cemil sanki bir düşten uyandı, yanına yöresine baktı. Şimdi her şey gerçeğe geri dönmüş oldu.

      Başını çevirdi; burada niçin bulunduğunu anlamak için düşündü, baktı, o zaman aklına geldi. Arkadaşları şüphesiz orada, işte şuracıktan bir parçasını gördüğü, bahçenin kalabalığı arasında olacaklardı. Onların yanına gitmeye ne gerek var? Ta ötede dönen bir tablonun yalnız bir parçası biçiminde gözünün önünden akıp giden şu seyrancıklara, ağaçların arasında küme küme oturan bütün bu halka kendisinin bir bağı, ilintisi var mı ki gitsin de o kalabalığın içine atılsın? O, bu dünyada herkesten uzak, herkese yabancı değil mi?..

      Şimdi kendisini biraz topluyor, şakaklarında hafif bir serinlik duyuyor, beynini ateşten bir bulutla örten buhar yavaş yavaş açılıyordu. Onun dünyası işte şu yavaş yavaş açılan beyninin içindeki mavi bir gökyüzü, o mavi gökyüzünün içinde birçok gülümseyen umut yıldızlarından başka bir şey değildi.

      Orada da bir elmas yağmuru…

      İşte, gözlerini kapayınca görüyor: Mavi bir gökyüzü altında büyük bir kırsal yer ki sabahın hüzünden, neşeden, renkten ve karanlıktan, sessizlikten ve ezgilerden, gölgeden ve hayalden; o birbirinin hem aynısı hem de gayrısı sanılan zıtlıklardan meydana gelmiş hâli altında daha uykusundan tamamıyla ayılamamış mahmurluklarla yüklenmiş sisler arkasında boğulan ufuklara doğru uzayıp gitsin…

      Üzerinde bir gökyüzü ki geceden kalma siyahlıklarla gündüzün ilk parıltılarının birleşmesinden oluşmuş esmer bir renkle gözleri lütuflandırır; bir belirsiz renk altında mavi bir atlas hâlinde görünen gökyüzünün derin bir köşesinden Çoban Yıldızı’nın beyaz gülücüğü hâlâ görünür; bakir bir katıksızlıkla aydınlanmış bir göz gibi bakmaktadır…

      O lacivertliklerin bir yanında, daha belirsiz, bir nurdan toz savruluyor gibidir. Bu kırsal yerin üzerinden, o gökyüzünün altından, bir peri alayının kanatlarıyla dalgalanıyor denebilen hafif bir hava uçar ki dikkat edilirse bir ruhsal dünyanın ezgili sesine benzer melodilerle titrer. Bütün görüntüler, sabahlara özgü