oldu.
Taksim Bahçesi’ne girdikleri zaman ellerinde tuttukları kitabın daha okumadan önceki lezzetiyle yürekleri sanki bir sırlar evinin çekici tatlılıklarına ulaşmak için ilk adımı atıyormuşçasına tuhaf bir hâlde duyguluydu. Ta bahçenin sonuna kadar gittiler. Orada yeşil tahta banklardan birine ters olarak, yüzlerini deniz yönüne çevirerek, kış güneşinin hafif sıcaklığıyla yarı kızgın taşlara ayaklarını dayayarak oturdular.
Kitabın neresinden başlamak gerekeceğini kestirmekte kararsızdılar. Anlayıp anlamamak meselesinden de korkuyorlardı.
“Bir yerinden aç bakalım, talihimize ne çıkar!..”
Talihlerine “Mezar” başlıklı manzume çıktı. Önce Ahmet Cemil, sesli olarak, biraz acemilere özgü kararsızlıkla okudu. Birden anlayamadılar. Şiirin ötesinde berisinde kafaları durakları; pek iyi bilmedikleri kelimelerin üzerinde bir süre durdular. Sonra anladıklarını anlamadıklarına birer çözüm basamağı edinerek manzumenin okunuşu bitince gözleriyle, susarak ikisi de ortaklaşa uzun uzun süzdüler.
Birden Hüseyin Nazmi “Of! Ne umutsuzluk ve üzüntüyle dolu bir şiir!.. Ne derin bir bezginlik ve acı!..” dedi.
Ahmet Cemil gözlerini ayırmıyordu. Sanki bütün ruh dünyası bu gam dolu şiirin yası altında eriyip gitmişti.
Hüseyin Nazmi ekledi:
“İyice anlamak için kafamın içinde tercümesini yaptıkça sanki bu güzel yas ve umutsuzluk tablosunun renkleri hep sisleniyor, kaçıyor. Dikkat ediyor musun? Şu şiirin yapısındaki ahenk, onun umutsuz ruhuna nasıl yakışıyor? Bak nasıl hafif başlıyor? Önce en hafif seslerden, sözlerden oluşmuş bir başlangıç… Bir inilti ezgisi gibi yavaş yavaş, sanki sürüklene sürüklene gidiyor… Tercümesini yapınca o hüzünlü müzik, o yaslı tutumu kayboluyor. Tercüme, sanki bestesi kaybolmuş bir söz gibi soğuk duruyor…”
Hüseyin Nazmi, ileri sürdüklerini ispatlamak istiyormuşçasına kırık dökük tercümeye başladı:
“Sanki ufuklar bir ölümün hedef yeri olmuş. Yüreğim, mezarlarının beyazlıklarıyla karanlıklar altında yatıyor. Eski mermerlerin arasında mezarımın tablosu perişan bir oynayışla sallanıyor…”
Ahmet Cemil gülerek Hüseyin Nazmi’ye baktı:
“Berbat oluyor; saçma mı söylüyorsun?”
“Yeryüzü, gökyüzü, her şey mevsimini yitirmiş; bu sonu olmayan çöl üzerinde hiçbir pırıltının ışıltısı yok! Yalnız bir kenarı bulutların kemirmesiyle kırılan hilal, ölüleri mi mahpus bulundukları yerlerde ürpertiyor, titretiyor…”
Ahmet Cemil ekledi:
“Sanki niçin sadece ‘titretiyor’ demiyorsun? Veya Türkçede her hâlde bir şey eklemek gerekse ‘ürpertiyor’ yerine ‘ürkütüyor’ demeli ki kelimenin son uzun hecesi birden kesilmesin. Bak, şu üçüncü dörtlüğü ‘hepsi uyuyor’ diye mütercimin kötü düşeceğini sanıyorum. Bana kalırsa gene o havayı koruyarak tercüme etmeli; ama biraz başlangıcı süsleyerek:
‘Hepsi hâbide-i sükûn… Sürur, ümmid, aşk, fazilet, cesaret… Mezaristanın başka bir hayat hengâmesinin mahvolmuş kuvvetleriyle dolu… Hâlbuki henüz kefenlerimin kâffesini sayıp bitirmedim…’ ”
Hüseyin Nazmi atıldı:
“Of, bu hâlbuki!.. Hem yanlış tercüme ediyorsun. ‘Tadat etmek’ sözlerinin buradaki gücü başka olacak. Tercümenin şöyle olması gerekir sanırım:
‘Henüz ölülerimin silsilesi bir hatimeye vasıl olmadı… Lakin bazen bu azap cehenneminde kıvrananlar o zulmetlerin arasından feryat ederek sanki elemlerimle istihza için kalkarlar ve karşımda müstehzi heyulaları raks eder…’ ”
Bu tercüme bitince birbirine bakıştılar; sonra yaptıkları tercümelerden kendileri de utanarak gülüştüler.
Hüseyin Nazmi “Aman, bu ne saçma şeymiş!” dedi.
İkisi de bir süre tercümenin soğukluğundan üşüyerek sustular. Sonra Ahmet Cemil, aslını bir daha okumak istedi. Açık sesle, şiirin kaldırabileceği hüzünlü hâli okuyuş biçiminde izleyerek, yavaş yavaş, düşüne düşüne yineledi.
Sesinin ahengi, içtenlikli bir duygulanışla ölçünün ağır akışı üzerinden hastalıklı bir su akışı gibi akıyor, kelimeler uzun bir yas iniltisi hâlinde hafif kıvrımlarla uzayıp gidiyordu. Bu okuyuş biçimi şiirin yas ve umutsuzluk havasını iyiden iyiye yorumladı. Böylelikle, manzume bittiği zaman her ikisi de sustular.
Bu, bir tür sarhoşluk veren şiir şarabı beyinlerini okşayarak uyuşturmuştu. Öyle sessiz, kendilerinden geçmişçesine, karşılarında güneşin parıltılarıyla parlayan tabloya; ta uzakta, denizin kucağına süzülen Üsküdar’a, beride bir süre sürdükten sonra birdenbire kesiliveren Boğaziçi’nin görüntülerine, Üsküdar iskelelerinden kalkan bir vapura, Beşiktaş’tan karşıya ağır ağır geçen bir kayığa uzun uzun baktılar.
Birkaç gün önceden beri süregelen yağmurlar yalnız o sabah dinerek gökyüzü açılmış, güneş hafif bir sıcaklık yayan ışığını bol bir cömertlikle saçmıştı.
Bahçenin çok yağmur yemiş otlarından, ağaçlarından, topraklarından bir buğu yükseliyor, güneşin altında titriyordu.
Ta karşılarında Çamlıca tepelerinin üstünde hava titreşim yapıyor; ıslak topraklardan yükselen sisli bir soluk, sanki askıdaymış gibi, hafif hafif sallanıyordu.
Bahçenin toprak kokusu, demin ellerindeki kitaptan fışkıran o aparı, dupduru tatlı su; karşılarındaki titrek havanın altında buğulanan güneşli görüntü; denizin üstünde birbirini kovalıyormuş gibi uçuşup kaçışan ışık parçaları; beyinlerine tatlı bir uyuşukluk veriyordu. Öylece düşündüler, düşündüler. Sonra birdenbire Ahmet Cemil dedi ki:
“Ah, neler duyuyor, sezinliyor da çözümleyemiyorum. Bir şey yazmak, o duyguların içinden bir şey çıkarmak istiyorum ama bir kez ne yazmak istediğimi belirleyebilsem. Şurada -beynini gösteriyordu-bir şey var, bir şey duyuyorum ama düşlerde tutulamayan biçimler gibi parmaklarımın arasından kaçıyorlar. Bilir misin nasıl şey? Bak şu gökyüzüne, ne görüyorsun? Maviliklerden oluşmuş bir deniz…
Gözlerinle onun içine girmeye çalış. O mavilikleri yırtmak için uğraş, ne görüyorsun? Mavi… Her zaman mavi… Değil mi? Sonra bak ayağımızın altındaki toprağa, ne buluyorsun? Donmuş, simsiyah bir renk… Of! O siyah toprakları parçalayarak içeriye bak; in, in, in; ne kadar inebilmek elden gelebiliyorsa o kadar in; ne buluyorsun? O siyahlıklar içinde ne buluyorsun? Siyah… Her zaman siyah, değil mi?..
İşte, öyle bir şey yazmak istiyorum ki yukarı bakılsa mavi ve her zaman mavi; aşağı siyah, her zaman siyah… Bir şey ki mavi ve siyah olsun. Hasta mıyım, bilemiyorum; ama ah! O ne yazmak istediğimi bilsem; onu şöyle karşımda resmi çıkarılmış, resim hâline getirilmiş olarak görmek mümkün olsa!.. İşte o vakit sanıyorum ki artık ölebilirim. Hayattan payını tamamıyla almış bir adam olarak gözlerimi kapayabilirim.”
Bugünden sonra bütün müsveddeler yakıldı. Bir harf bile bırakmadılar. Bütün o içlerine doğan tasvirleri, veremli kızlar ağzından söylenmiş ezgileri, darmadağın çiçeklere seslenmeleri, çocuğunun mezarında ağlayan anneleri dile getiren şiirleri Fuzuli’ye, Baki’ye, Nedim’e yapılmış nazirelerle birlikte yakıldı, tahmisler, tesdisler parçalandı; her şeyden önce okumak, duygularını eğitmek gerekeceğini anladılar.
Yalnız yazmakla, her zaman işleyen işçi gibi sanatın aynı derecesinde kalacaklarını ama eğer gerçekten sanat sahibi olmak isterlerse gerçek sanat adamıyla