alınacak. Kitapçı, size sadaka veriyormuş gibi burun kıvıra kıvıra, sekiz on kez istemeden sonra verecek.
Elinize şöyle külliyatlı para geçmeyecek. Üstelik alabildiklerinizden türlü akçe farkları kaybedeceksiniz. Size en ummadığınız türden değişik çeşitte paralar verilecek. “Bunlar nereden toplanmış?” diye şaşacaksınız. Elli altı kuruşa aldığınızı elli üç kuruşa bozduracaksınız. Ödemeler her zaman sizin zararınıza olacak, küçük bozukluklar yokmuş gibi sayılacak. Bunun karşılığında ne kadar zahmet, ne kadar bekleyiş!..
Yalnız tercüme de yeterli değil, izin peşinde de koşmalı. Matbaadaki başmürettip karşısında da yaltaklık etmeli, tashihlere bakmalı. Ahmet Cemil bunları düşünürken içinden kabaran geniş bir solukla “Off!..” derdi.
Bu biçimde yaşayabilmenin mümkün olmadığı kanısını edindi. Başka bir şey daha gerekli; bir çalışma alanı daha bulmalı, amma ne?..
Kitapçının dükkânına gidip geldikçe kimi şeyler öğrendi ki bunlardan faydalanmak yollarına başvurmak mümkündü.
Kitapçılar yayımladıkları dergiler için yazı yazanların önemine göre para veriyorlardı. Bunlardan birkaçına yazı yazsa? Hangi konuda olursa olsun. Fransızca eski, yeni dergilerde ve gazetelerde çevrilebilecek ne olursa olsun…
Hüseyin Nazmi’nin abone olduğu Fransızca dergilerin eskilerinden bayat sayılarından istedi. Bunlardan en yabancı olduğu konulara, en ilgi duymadığı şeylere ilişkin tercümeler yaptı; bunları dergi neşreden kitapçılara götürdü. Kimisini kabul ettirebildi, kabul ettirebildiklerinden kimisi için para alabildi; ama ne aşağılanmalar karşılığında!..
Her zaman kalabalık olan kitapçı dükkânlarında, her zaman “meşgul” görünen kitapçılardan, her zaman ayıp olan para istemelerine katlanmak…
“Şimdi yok…”
“Ha, o yazı mı? Yakında gereğine bakarız.”
“Üç gün sonra…” biçiminde; bir müşteriye bir kitap gösterilirken; “meşguliyet” arasında veya kuru fasulye pilakisi yenirken, iri lokmaları yutma sırasında verilmiş karşılıklarla çaresiz geri dönmek!
Edebiyat dünyası, basın mesleği bu muydu? Hiç olmazsa bu kadar zahmetine, zorluğa katlanmasına başladığı şu meslekte, altına imzasını kıvançla, seve seve koyabileceği şeyler yazabilse…
Bir gün gene bir yazı götürdüğü bir derginin sahibi -Faiz Efendi adında insaflı bir adam ki onun ne kadar paraya muhtaç olduğunu anlamıştı- dedi ki:
“ ‘Mir’at-ı Şuûn’ gazetesi için tefrika edilecek bir romana gerek varmış. Başkası kapmadan siz imtiyaz sahibine başvursanız… İyi bir adamdır; çekinmeyin.”
Çekinmek!.. Pek iyi anlamıştı ki çekinen aç kalır. Haydi kendisi aç kalsın ama evdekiler?
Hemen o dakikada yüreklilik göstererek “Mir’at-ı Şuûn” gazetesine gitti; imtiyaz sahibinin odasına kadar çıktı. O vakte kadar bir gazete idarehanesine girmemişti. Kafasında gazete, yayın konularını, bu ve benzeri yerleri büyültüyor; yeşil örtülü büyük yazı masalarının yanlarında iri sakallı, altın gözlüklü, yüksek sesle konuşan, yüksekten bakan adamlar düşünüyordu. Şu bir iki aydan beri kitapçı dükkânlarında gördüğü örnekler, daha bu hayallerini büsbütün silememişti.
Hüseyin Baha Efendi’yi müdürlük odasında, kanepeye ilgisizce yaslanmış, Başyazar Ali Şekip’in parmaklarıyla ahenk tutarak aşağı perdeden okuduğu bir şarkının ninnisiyle uyumaya hazırlanıyormuş gibi görünce şaşırdı. Yerinden kalkmaksızın yüzüne merakla bakan Hüseyin Baha Efendi’ye nasıl seslenmek gerekeceğinde karar veremedi.
Ama Hüseyin Baha Efendi iri sakallı, altın gözlüklü bir imtiyaz sahibi olmamakla birlikte pek iyi bir adam etkisi bırakıyordu.
“Ne istiyorsunuz oğlum?” dedi; bu sesleniş Ahmet Cemil’e cesaret verdi. Ne istediğini anlattı. Hüseyin Baha Efendi doğrularak dinledi. Sonra Ali Şekip’i göstererek “Soralım da gerçekten ihtiyaç varsa…” dedi.
Ali Şekip döndü; o bu gence birkaç kez rastlamıştı. Şimdi sürmekte olan roman bir hafta sonra bitecekti.
“İşte. Ahmet Cemil Bey tercümeyi yapsın.” dedi.
“Aman, okudunuz mu bilmem…”
Ali Şekip o iyi yürekli adamlardandı ki beş dakikada dost olur, sohbete başlar, her gördüğünü sever. Dünyada her şeyi sevmek için yaratılmıştır.
Bir roman okumuştu, onu salık veriyordu:
“Durun bakayım, burada mı?”
Kitap bulundu, Ahmet Cemil’in eline tutuşturuldu, “Hemen başlayın.” denildi. O, utanmasa Ali Şekip’le Hüseyin Baha Efendi’nin boyunlarına sarılacaktı. Utana utana girdiği bu yere beş dakikada ısınıvermiş, beş dakikada bu adamlar üzerine derin bir sevgi edinmişti.
İşte, “Mir’at-ı Şuûn” gazetesine ilk girişi böylece olmuştu. Bu ilk buluşmanın sevinç ve neşesiyle Ahmet Cemil bir hafta içinde -tatilin son haftası- gazeteye bir ay yetecek kadar tercüme hazırladı. Ali Şekip’in salık verdiği bu roman da “Hırsızın Kızı” türünden bir şeydi ama artık Ahmet Cemil müşkülpesentliğe gerek görmüyordu. Mademki imza koymuyor…
O imzayı asıl yazmak istediği eser için saklamak istiyordu.
Para konusu için ikinci buluşmada, Ali Şekip’e açıldı. Artık senli benli bile olmuşlardı.
Ali Şekip hemen “Oh, bak, o nazik bir konudur… Hele başlayalım; ben sana para alıveririm. Elbette Hüseyin Baha Efendi’nin kara gözleri için çalışacak değilsin ya… Gazete yönetiminin para sandığı her zaman boştur ama… Sen bana biraz kendini tanıtsana bakayım…”
Başka birisinin ağzında terbiyeye aykırı sayılabilecek bu soru, onun ağzında öyle tertemiz bir yürekten çıkmış görülüyordu ki Ahmet Cemil, garipliğinin farkına bile varmadı. Dört beş cümleyle kendini tanıttı. O zaman Ali Şekip, hiçbir söz söylemeyerek elini uzattı; kendisine bir yardım eli arayan bu genç eli içtenlikle sıktı.
Bundan sonra Ahmet Cemil’in hayatı normalleşmişti: Her zaman çalışmak, öteden beriden -dağınık yerlerden olarak- ayda üç dört yüz kuruş kadar bir para kazanmak…
Okul açılmıştı. Hüseyin Nazmi ile birlikte artık son sınıfta idiler. Ama aralarında eski sıkı dostluk mümkün olamıyordu. Biri yatılı, öteki gündüzlüydü. Hüseyin Nazmi okuyor, Ahmet Cemil yazıyor; birinde düşünce alışkanlıkları zenginlik kazanıyor, ötekinde yetenekler yıpranıyordu. Bu yaşayış ayrılığı, eski ilişkilerin içtenliliğini biraz gidermiş gibiydi.
Bu son yıl Ahmet Cemil derslerini büsbütün savsaklar olmuştu. Sabahleyin, okula gidinceye kadar, akşam okuldan döndükten sonra, gece yarısına kadar işleyen, sürekli işleyen bir kafanın ve düşüncenin okul derslerine katlanabilme derecesi ne kadar, ne kadar olabilirdi?
Zayıflıyor, sararıyordu; buna annesi ilgisiz kalamadı.
Sabiha Hanım, çocuklarının hiçbir hâlini ve duygusunu incelemekten geri kalmayan annelerdendi.
Bir gün annesinin önüne, “Mir’at-ı Şuûn” gazetesinin idare memuru Ahmet Şevki Efendi’den aldığı beş mecidiyeyi koyduğu zaman, Sabiha Hanım dedi ki:
“Daha paramız bitmedi oğlum; sen beni israfa alıştıracaksın. Bizim geçimimizden ne olacak? Biraz da kendine baksana… Hem ben bu kadar yorulmana da razı değilim. Sonra hasta oluverirsin…”
O güldü; annelik sevecenliğinden