Халит Зия Ушаклыгиль

Mai ve Siyah


Скачать книгу

titrer. Hasır iskemle üzerinde yazı ile geçen bir günden sonra o küçük ama şirin sarı mangalın kenarından uzak düşmüş olmak -şüpheli işlerle geçinen sefil adamlar gibi- geceleri karanlıklar içinde ekmek parasına koşmak, dayanma gücünü kıran bir dertti.

      Her dakika bir çamur birikintisine batmamak için duralamak zorunda kalır, iki ellerini ceplerine sokarak, eteklerini dizlerinin üstünde tutmaya çalışa çalışa taşların üzerinden sekerek yürür, kimi zaman duvarın kenarından bir gölge biçiminde süzülerek geçer; geçtiği yolun üzerindeki küme küme büzülmüş köpeklerden korkarak yolunu değiştirir kimi zaman yıkıntı bir evin boşluğundan geçerken şimdi bir el uzanıverecekmiş, yakasından tutuverecekmiş gibi yüreğinde bir korku titremesi duyardı.

      Sonra bir ara yağmur başlar; omuzlarında, başında muşamba paltosunu döverek sırtından süzülüp ayaklarına doğru akar, ne kadar kıvırsa bir türlü çamurdan koruyamadığı zavallı tek pantolonunu ıslatır… Bu yarına kadar kuruyacak, sabahleyin mangalın kenarında tüterek geceden kalan ıslaklığı alınacak. İkbal bir yandan ütüyü hazırlarken o, gazeteye geç kalmak korkusuyla üzülecek.

      Issız, karanlık sokaklar, soğuk rüzgârlarla karışık sıkı bir yağmur…

      O sokaklardan, o yağmurun altından geçer; ta Vezneciler’e kadar gelir. Kapının önünde, zile dokunmadan önce bir soluk alır. Sonra kapı açılınca daha yemeğini bitirememiş, yağlı elini silmemiş uşağın tuttuğu mumun ışığıyla dar bir merdiveni çıkar, selamlık odasına girer, orada bekler; ta ki küçük bey kitaplarını alıp haremden çıksın…

      “Hoca efendi, bugün hiç çalışamadım; affınızı rica ederim.” girişiyle, küçük bey içeri dalar. Ahmet Cemil’in her şeyden çok bu “hoca efendi” deyimi canını sıkar. Niçin? Canı sıkılmaya hakkı var mıydı?

      Çocuk küçük bir yaramazdır ama yaramazlıkları bir terbiye süsü altında saklıdır. Öğrencisinin hiçbir incelik ve terbiye dışı hâline rastlamamış olmakla birlikte, ufak bir kınamada bulunsa çocuğun yapmacık bir utanmıştık hâliyle gözlerini indirerek içinden “Budala sen de!.. Sana ne oluyor? İster çalışır ister çalışmam. Keyfimin kâhyası değilsin ya!..” diyeceğini kesinlikle bilmektedir; onun için her zaman onun bu bağışlanma dileğini kabul eder. Zaten çocuğun kendisiyle birlikte bulunduğu sürenin dışında ders çalışmadığını da bilir.

      Derse başlanır; örneğin matematikten bölme anlatılacak, dünyanın yuvarlaklığı açıklanacak, bir küçük masal okunacak, ele geçen bir kitaptan imla yazdırılacak…

      Bunlara karşılık o küçücük sıcak odada, minderin üzerine boylu boyuna uzanarak Musset’nin “Geceler”ini, Hugo’nun tiyatrolarını, Lamartine’in “Düşünceler”ini okumak için nasıl büyük bir özlem duyardı.

      Bir vakit gelirdi ki her ikisi de yorulur; çocuk küçücük eliyle ağzını saklayarak esnemeye başlar, Ahmet Cemil’in yorgun gözleri süzülürdü. Bir ara uşak görünür, “Hanımefendi haber göndermiş, küçük bey artık yorulmuştur, diyor.” sözü üzerine derse son verilir. Çünkü bir an önce hareme dönmek için sabırsızlandıklarından bunun çocukla uşak arasında bir uydurma anlaşma olması pek çok ihtimal altında bulunmakla birlikte o aldanmayı yeğlerdi.

      Geri dönerken başka bir bölüm başlardı. Uşak yavaş yavaş kendisiyle senli benli olmuştu. Ahmet Cemil buna sessizlikten başka bir karşılık vermediğinden uşak, evde konuşma fırsatı bulamadan geçen hayatının öcünü kendisinden çıkarırdı.

      Elinde muşamba feneri sallayarak, ilk önce önden gitmek âdet iken her seferinde bir iki parmak geri kala kala sonunda yan yana gitmeye başladığı Ahmet Cemil’e bu geveze uşak bütün dertlerini döktü. Memleketinde kendisini bekleyen nişanlısından bile söz etti… O yalnız dinler veya dinlemeksizin susardı. Sonunda sokağın başına gelince uşak “Eh! Artık buradan gidersiniz…” derdi. Ahmet Cemil hafif bir selamla ayrılır; titreyerek anahtarı sokar, çamurlu lastiklerle paltosunu hemen taşlığa atar, odasına çıkar; giysilerini öteye beriye iliştirir, hayatta kendisine alın yazısınca verilmiş tek dinlenecek yeri olan yatağa girer…

***

      Kendi kendisine, Uyu zavallı çocuk; yeşil eski çuhalı yazı masasının kenarında, karanlık çamurlu sokaklarda, küçük nazlı çocuğun sürekli esneyen yüzü karşısında geçen o aşırı zahmet, eziyet saatlerinden sonra şu sıcak, temiz yatağın içinde, aydınlık mavi bir gökyüzünün elmas yağmuru altında, doğmasını beklediğin umut güneşini görmeye çalışarak derin, uzun bir avunma uykusuyla uyu!.. diye içinden bir ninni söyler gibidir.

      6

      Tepebaşı şölenini izleyen günün sabahı, Ahmet Cemil gazeteye alışılmıştan biraz geç, gecenin mahmurluğunun ağır tesiriyle biraz sersemce geldiği zaman Ahmet Şevki Efendi’den başka kimseyi bulamamıştı.

      Sabahları çıkan gazete idarehaneleri en çok sabahları sessizdirler. Gece gazete basılmış, sabahleyin şafaktan sonra müvezzilere dağılmıştır. Yalnız postaya verilecek olanlar hazırlanmakta, dizgi yerinde dizgicilerin telaşa gerek görmeyerek kasalara dağıttıkları dökme harflerin hızlı vurucuklarla biteviye ahengi işitilmektedir. Yazarlar daha gelmemiş, tütün kokusu daha ortalığın mürekkep ve ıslak kâğıt kokusuyla dolu havasını doldurmamıştır.

      Ahmet Şevki Efendi, daha odasına girip kâğıdının üstünde sürekli çatırdayan kamış kalemini eline almamıştır. İdare memurunun kalem çatırtısıyla müdürün öksürüğü matbaa makinesinin dem tutucularıdır. Ahmet Şevki Efendi’ye ne vakit kaleminden, o bitmez tükenmez inleyişiyle kâğıdın üzerinde ağır ağır yürüyen, bir öküz arabası gibi cızırdayan kaleminden söz edilse “Yok! Ona ilişmeyiniz, o benim ninnimdir; ben hem yazarım hem o ninni ile uyurum.” derdi.

      Ahmet Cemil idare memurunu en içten selamıyla selamlardı. Her sabah böyle buluşurlar, dertleşirler, öteden beriden söz ederlerdi. Ali Şekip bu iki dosta, yazı masasının bir yanında sohbet sırasında rastladıkça espri yapmak tutkusuna uyarak Ahmet Cemil ile Ahmet Şevki’nin adlarındaki benzerlikten mütevellit “Ahmet Efendiler gene birleşmişler…” derdi.

      Ahmet Şevki Efendi sohbet arkadaşını görünce söylemek istediği şeyi söyleyecek bir adam bulamayıp da ilk rastladıklarının üzerine atılanlara özgü bir telaşla -onun selamına karşılık vermeye dahi vakit bulamadan- “Gördün mü hele çapkını? Bu akşam gene evine gitmemiş!..” dedi. Ahmet Cemil, Raci’den söz edildiğini hemen anladı.

      Ahmet Şevki Efendi’nin başlıca diline dolamış olduğu sözlerden biri de “çapkın” sözüdür. Bu kelimeyi hiç sevmedikleriyle pek çok sevdikleri için kullanır. Üstelik bir seferinde sevgi duygusuna gereğinden aşırı kapılarak kendisini kaybetmiş, imtiyaz sahibi Hüseyin Baha Efendi’nin dizine elini vurarak “Hay çapkın hay!..” demişti de sonra da bu aymazlık hatasından dolayı zaten kırmızı olan yüzü birkaç gömlek daha kırmızılaşarak üç dört gün kadar imtiyaz sahibinin yüzüne bakamamıştı.

      Ahmet Şevki Efendi bu sabah bu sözü pek öfkeyle, beyaz keten gömleğinin altında zorca zapt olunan göbeği yerinden sarsılarak söylemişti.

      Ahmet Cemil telaş etmeyerek sordu:

      “Nereden anladınız?”

      “Nereden anlayacağım? Zavallı kadın, gene öksüzler gibi boynu bükük çocuğuyla gelmiş, gazetenin aşağı katında ağlayıp duruyor. Görsen ne de güzel kadıncağız! Taze, hüzünlü, edalı bir zavallı.