savrularak açık pembe kısa giysisinin etekleri uçuşarak bahçeyi geçti. Selamlık kapısından başı daha yeni görünen uşağa meydan bırakmayarak yetişti, parmaklığı açtı.
“Geldiğinize ne kadar iyi ettiniz… Ağabeyim sizi görünce şaşıracaktır. Bu yıl hiç gelmediniz. İkbal’i niçin getirmediniz?..”
Lamia, çocukların o senli benli hâlleriyle, bitmek tükenmek bilmeyen konuşkanlığına alabildiğine yol vermiş, köşke varıncaya kadar konuşmalarının ötesine berisine serpiştirdiği soruların karşılıklarını beklemeksizin bir dakikada on konuya değinme zamanı bulmuştu.
Ahmet Cemil köşke girerken dedi ki:
“Rica ederim, benim geldiğimi haber verir misiniz?”
Lamia “Şimdi!..” dedi ve koşarak Ahmet Cemil’i yalnız bıraktı.
Hüseyin Nazmi’nin odasına girince düşünmekten, yürümekten doğan bir yorgunlukla hemen sandalyelerden birine oturdu. Ah, her geldikçe rahatlıkla ve ilgisizce oturduğu bu odanın bugün üzerindeki ağırlığı anlatılamaz bir şeydi…
Odanın bahçeye bakan yeşil panjurları daha açılmamış, aralıklarından güneşin ışığı belli belirsiz süzülmüş, pencerelerin uzun, koyu renkli perdeleri yerlere dökülmüş… Sanki bu karanlığın ortasından fışkırarak dikilmiş korkunç karaltılar… Odanın ötesine berisine dağınık olarak konuluvermiş sandalyeler… Ta karşıda, duvarın üzerinde renkleri karanlıkta dalgalanarak duran bir harita… Oda kapısının iki yanını dolduran yüksek -Hüseyin Nazmi’nin maymun iştahlı israfıyla doldurduğu- kitaplıklar…
Ah! O da böyle bir odaya, şöyle bir kitaplığa, böyle kitaplara sahip olabilseydi!..
Hüseyin Nazmi’nin evinde bu duygu, ilk kez olarak onun beynine üşüştü. Bir kar tabakasının tertemiz beyazlığı üzerine düşmüş bir damla leke gibi… Kendi kendisine utandı. Bugün geçim derdiyle ilk yarayı almış olan bu taze yürek, şu açık mavi boyalı köşkün şu bahçeye bakan yarı karanlık odasında var olması gereken düşünce rahatlığına, gönül rahatlığına, derin hayat zevkine karşı acı bir kırıklık duygusu yaşadı.
Şurada oturmak, bu ortalığı çevrelemiş olan eşyaya sahip olmaktan doğacak bir kanaat ve doygunlukla oturmak; panjurlardan birini hafifçe oynatmak, öyle ki bu uyuşukluk getiren yarı karanlıklığa bir bozulma bir düzensizlik gelmesin; odanın belirsiz görüntüsüyle bahçenin güneşli parıltısı arasında, işte şuracıkta, pencerenin şu durgun rahat kenarında okumak…
Okumak!.. Ahmet Cemil bunun üzerine ne yapılar ne umutlar kurmuştu! Sanki onu kitaplarıyla rahat bırakacaklardı. Zavallı çocuk! Edebiyatçı olacaksın, ün kazanacaksın değil mi? Ne uzak!.. Annesinin hüzünlü sesi daha kulaklarındaydı: “Ne zaman diploma alacaksın?”
Demek diplomayı aldıktan sonra bütün o umutları bırakmak, evin ekmeğini aramak için kim bilir nerelere gitmek gerekecek… Zavallı annesi! Ya İkbal?.. Ahmet Cemil’in bu anı ile birden yüreği sızlayarak buruldu. Bak, Lamia ne kadar sevinçle dolu; gülmek için yaratılmış bir çocuk! İkbal’in dün akşamki hüzünlü bakışı, ah, o çocuğun gülmemeye hükümlü gözlerindeki bir bulut altında duran yaş damlaları…
Ayağa kalktı. Sabırsızca, bütün varlığına işleyen bu karanlıktan kurtulmak istiyormuşçasına pencereyi açtı, panjurları itti. Güneşin coşkun ışığıyla birlikte yazın baygın havası odaya saldırır gibi girdi. Boğuluyormuş gibi bu havayı olanca gücüyle soludu. Oh!..
“Vay! Bu ne harika!.. Nereden aklına geldi?”
Döndü, Hüseyin Nazmi’ye elini uzattı:
“Sana ihtiyacım var. Bilsen bugün niçin geldim? Beni ciddi dinleyecek misin?”
“Ooo!.. Ne oluyoruz?.. Neyin var? Otur bakalım.”
Oturdular. O vakit başka bir ön girişe gerek görmeyerek, her türlü kayıt ve şarttan uzak ve arınık, dilini düşüncelerinin dağınıklığına bırakarak, babasının ölümünün taşıdığı önemi, çaresizliğini, arkasızlığını ve desteksizliğini, annesini, kardeşini, bütün emellerinin tersine olarak ortaya çıkan bu acı hayat gerçeklerini; dün geceki o kısa konuşmayı -bütün ciğerlerini yakan o acıları- şu mavi köşkün bu mutluluk dolu odasında, Hüseyin Nazmi’nin önüne döktü.
O, yalnız dinliyordu. O da yaşça onun kadardı. Derin kırkılmış siyah ve sert saçlarının altında küçük başı, zayıfça yüzünde parlayan gözleri, yeni terlemeye başlayan bıyıklarının altında ince, donukça dudaklarıyla güzel ve zeki olduğu için sevimli bir gençti.
Büyük bir ilgiyle dinliyordu. Onun susarak dinleyişi, Ahmet Cemil’in üzerinde en iyi etkiyi yapmış oldu. Biraz önce Hüseyin Nazmi’ye başvurmaktan korkan bu genç, şimdi onun karşısında artık ihtiyatlılığa gerek görmemişti…
Bitirip de sandalyesinin arkasına yaslanınca yalnız o vakit Hüseyin Nazmi, bayağı sözlere tenezzül etmeyerek, hastayı bir hasta olarak görüp öyle seslenerek “Ne yapacaksın?” dedi.
“Evet, ne yapacağım?..”
“Yapacağın şeyi pek sade buluyorum. Önce bütün çocukluklara, bütün şair düşüncelerine ‘Siz şimdilik biraz durunuz!’ demek; hayatı olanca gerçekliği ve katılığıyla kabul etmek, mademki yaşamak için çalışmak gerekiyor, çalışmak… Bana öyle geliyor ki seni bu kadar perişan eden şey çalışmak korkusu değildir; hayatın daha bilmediğin bir şeyine biraz vaktinden önce bilgi edinmiş olmandır; yalnız budur, başka şey değil.”
Hüseyin Nazmi, sert elli bir operatör gibiydi ama tam yaranın bıçağa muhtaç olan yerine dokunmuş oldu. Ahmet Cemil de buna gerek duymaktaydı. Çalışmak, evet. Zaten biraz önce de öyle düşünmüyor muydu? Niçin çalışmasın? Ama talih onu hayata zahmete girmeden sahip olanlardan biri etmemiş, bundan ne çıkar? Tam tersine… “Ben hayatımı kendim kazandım, ben gene kendi işimle yaşıyorum!..” diyebilmek. Ah o vicdan rahatlığı ve doyumluluğu; o, acaba acıkmadan yiyenler gibi çalışmadan yaşayanlar da var mıdır?
Birden büyük bir istek duydu:
“Elbette çalışacağım!..” dedi.
“Hem niçin emellerine bitmiş gözüyle bakıyorsun? Seni bir meslek seçiminden engelleyecek bir neden görmüyorum. Okulda yalnız bir yılın daha var. Senin gibi bir adam her işi yapabilir. Sanki niçin mütercimlik yapmayasın? Ayrıca hocalık…”
“Hocalık mı, çıldırdın mı?”
Hüseyin Nazmi sözünü geri almak istemedi:
“Kim bilir?..” dedi.
Mütercimlik Ahmet Cemil’in düşüncesine daha yatkın gelmişti. Kitapçıların on altı sayfalık öykü tercümesine iki mecidiye kadar para verdiklerini işitmişti. On altı sayfa iki mecidiye… İki mecidiye! Bu parayı kazanabilmek umudu onu enikonu mutlu etti.
“Acaba on altı sayfayı kaç günde tercüme edebilirim?”
“Kaç gecede demek istiyorsun. Bilmem; belki alışıncaya kadar üç gecede…”
O vakit iki arkadaş bu düşüncenin peşini bırakmadılar. Tercümesi yapılabilecek şeyleri düşündüler. Kitaplıklar karıştırıldı; uzun uzun konuşmalar, tartışmalar geçti. Düşünceleri hep yüksekten uçuyordu. En önemli eserlerden ayrılamıyorlardı. Hüseyin Nazmi, Lamartine’den “Raphael”, Ahmet Cemil Musset’den “Bir Yüzyıl Çocuğunun Serüveni” için diretiyorlardı.
Sonunda biraz okumaya karar verdiler. Her ikisini ötesinden berisinden karıştırmaya başladılar. Okudukça kitapları ne için ele