Халит Зия Ушаклыгиль

Mai ve Siyah


Скачать книгу

başyazar oluyor, Hüseyin Nazmi’yi beraberine alıyor, her biri beş liralık hisse senetleri çıkarıyor, bir matbaa kuruyor; hisse senetleri elde edilecek gelirlerle yavaş yavaş ortadan kaldırılıyor, matbaa sadece Ahmet Cemil’in malı oluyordu.

      Babıali Caddesi’nin uygun bir yerinde, örneğin Sirkeci’de dört yol ağzında, köşelerden birine zarif -kafasında planı bile çiziliydi- büro; küçük bir araba, tek atlı… Fazla görkeme ve gösterişe ne gerek var? O vakit gözlük de takacak.

      Gözlüğe özellikle önem veriyordu. Sabahleyin Süleymaniye’den… Yok, yok, o evi satıyorlar, başka bir yerde, daha nerede olacağı karara bağlanmamıştı, bir ev… Sabahleyin arabasına bindiği gibi askerce bir sesle arabacısına emir verecek:

      “Matbaaya!..”

      Bu hayali her zaman süslerdi. Tek avuntusu ve mutluluk kaynağı sadece ve sadece buydu. Bunu gece yatağında rahat rahat düşünebilmek için üstelik yatmakta acele ederdi.

      Daha neler düşünmemiş, bu umudun çevresinde neler neler yaratmamıştı? Bütün bu güler yüzlü hülyaların arasına bir hayal de girerdi ancak bu hayal pek akıcıydı, belli belirsiz bir şey…

      Belirsiz bir çocuk yüzü… Kim bilir kimdi? Ahmet Cemil, bu yüzün adını bilmekle birlikte, onu kesinlikle belirlemeye cesaret edemezdi.

***

      Okulun öğretim süresi bitmek üzereydi ki bir gün akşamüstü “Mir’at-ı Şuûn” matbaasına uğradığı zaman, Ali Şekip kendisini görür görmez “Ben de seni bekliyordum.” dedi. Sonra söyleyeceği şey -yanında tashihlerle uğraşmakta olan Raci’den, Saib’den saklı imiş gibi- Ahmet Cemil’i tuttu, Hüseyin Baha Efendi’nin odasına kadar çekti götürdü.

      “Sana bir iş buldum.” dedi.

      Ali Şekip’in bulduğu iş bir hocalıktı.

      Ayda iki lira vereceklerdi. Haftada üç gece akşam yemeğinden sonra giderdi. Zaten kendisinin evine de yakındı. Çocuk pek küçük ama ne çıkar! Bir saat kadar ders; sonra yanına bir uşak katacaklar, gene evine döner. Sanki haftada kazandığı, o üç saatte kazandığından daha mı fazla tutuyor?..

***

      Ahmet Cemil’in aylık bütçe dengesinde o iki liranın pek büyük önemi vardı. Ali Şekip’ten bu haberi aldıktan sonra, sanki demir yolları piyangosu çekilişinde büyük ikramiyeyi kazanmış gibi bir an önce eve müjdeyi vermek üzere Süleymaniye yolunu her vakitkinden daha erken tuttu.

      O akşam önemli bir para oturumu açıldı. Sabiha Hanım’ın, İkbal’in arasında oy vermek üzere, üstelik Seher bile oturuma çağrıldı. Ahmet Cemil’in elinde kurşun kalem vardı, diyordu ki:

      “Şöyle böyle eve dört beş yüz kuruş giriyor. İki lira daha zam olunca mademki ev kirası da yok… Başka ne harcama kaldı?..”

      Seher, mutfak harcamaları konusunda görüşlerini söyledi. Ahmet Cemil kimi zaman annesine kimi zaman Seher’e gözlerini yönelterek dengeyi düzenlemeye çalışıyordu.

      “Daha daha?..”

      Harcamalar kalem kalem ilerliyordu. Listenin her noktasında uzun tartışmalar oluyor; karşı çıkmalarda da bulunuluyordu.

      “Daha daha?..”

      Hep arıyorlardı. Daha ne var? Şu yazıldı mı? Şeyi unuttun sanırım. Daha daha?..

      Sonunda Ahmet Cemil listenin altını çizdi, toplam işine başladı. Toplamın sonuçlarını birer sayıyla işaret ederek çizginin altına indirdikçe yüreğinde bir çarpıntı duyuyordu. Toplam ne olacak?.. Toplam bitince şaşırdı. Herkes tam bir sessizlikle sonucu bekliyordu. O, toplamın sağlıklı oluşuna inanamadı, bir daha yapmaya başladı.

      “Aman anne, zengin oluyoruz. Bir epey para artıyor!..”

      Hiçbiri inanmadı. Ahmet Cemil’in yanına yaklaştılar. Listenin her sayısı yeniden okundu. Eksik bir şey olmasın diye dikkat edildi. Seher bir ara “Şey unutulmuş.” dedi.

      “Ney?” dediler.

      “Şey…” dedi; şeyin adını bulamadı. Kahkahayı salıverdiler. Seher utandı, kaçtı. Toplama bir daha yapıldı.

      Ahmet Cemil, elindeki kâğıdı sallıyor, “Zengin oluyoruz!..” diye bağırıyordu. Sonra gözlerini İkbal’in gözlerine dikti.

      “Artan para da gerek, değil mi anne? Gelin edecek kızımız var.” dedi.

      “Aman ağabey sen de… Hep adamla alay edersin…”

***

      Ali Şekip’in bulduğu ders, Vezneciler civarında idi. Büyük, eski bir konak. İyi terbiye almış, altı yaşlarında güzel, ince bir çocuk. Biraz okumak biliyor. Çocuğun babası -nazik bir efendi- Ahmet Cemil’e izlenecek metodu belirledi. Çocuğu idadi sınıflarına hazırlamak gerek. Artık ne yolda bir öğretim biçimi seçmek gerekeceğinde kendisini özgür bırakıyor. En çok dikkat edilecek şey çocukta öğrenim isteği uyandırmak. Çalışmasından memnun olmadığı zaman kendisine haber verir elbette…

      Baba, bunları anlatırken hatırlatmalarının bu bölümünde çocuğuna hem tehdit hem de şaka anlamı taşıyan bir bakışla baktı. Çocuk gözlerini indirdi. “Ders saatlerine gelince: Şimdi kış girmek üzere, sanırım geceleri yeğlersiniz değil mi?” dedi. Dönerken kendisine bir uşak katılacak. Haftada üç kez ders yeterli.

      O akşamdan başlayarak derslere başlandı. Ama hocalığın birçok güçlükleri konusunda daha bir düşünce edinememişti. Çocuğa biraz okuma yaptırdıktan sonra daha ne yapmak gerekeceğinde oldukça şaşkınlık geçirdi. Beş dakikada iş bitti. Şimdi ne yapılacak? Çocuk bekliyordu. Ahmet Cemil sanki sıkıntısından terledi. İmla yazdırmak istedi, söyleyecek bir şey bulamadı; sonra okuttuğu yerleri yazdırdı, yanlışları tashih etti.

      Kimi kurallarla ilgili hataları açıklamak istedi. Çocuk devamlı yüzüne bakıyordu; bir şey anlamadığını çok iyi sezinlemişti. Büsbütün sıkıldı:

      “Bu kez burada kalsın, gelecek ders için kitap getireyim de…”

      Konaktan çıktıktan sonra enikonu geniş bir soluk aldı. Dün akşamki denge listesini şenlendiren iki liranın kolay kazanılamayacağını şu ilk deneme ile anlamıştı…

***

      Okulun son imtihanları yaklaştı. Bu yıl dersleri büsbütün savsaklamıştı. İmtihan zamanı yaklaştıkça içine bir korku düşüyordu.

      Ya sınıfta kalırsa?.. Bu korku kafasına iliştikçe -korkulu düşüncelerden kaçmaya sürükleyen bir duygu ile- bunu hemen oradan silip çıkarmak isterdi.

      Yılın son ayında artık çalışmaya gerek gördü. Bir yandan bir kitapçıya tercüme verdiği “Çocuklara Bilgi” adlı dizi, bir yandan “Mir’at-ı Şuûn” gazetesi için ikinci kez olarak başladığı bir tefrika roman, haftada üç gecesini alıp götüren Vezneciler yolcuğu dersleri, kendi derslerini çalışmaya vakit bırakmıyordu.

      Uykusundan fedakârlık yaptı. Küçük odasında, herkes yazın sıcağıyla erkence yataklarında uyurlarken, o kitaplarının üstüne eğilmiş durmaksızın çalışmaktan yorulmaya başlayan zavallı başını iki ellerinin arasına almış, dirseklerinin üzerine dayanmış, artık dışarıdan gelen etkileri kabul etmek istemeyen düşüncesine, bir yıldır savsaklanmış bir hâlde kalan derslerini sindirmeye çalışırdı.

      Korktuğuna uğramadı; diplomasını alabildi. Ama bir diploma ki…

      Ahmet Cemil, bundan söz edilmesine izin vermez, zekâsına sanki aşağılık duygusu veren bu belgeden utanır.

      Diploma aldıktan sonra hiç sevinmedi. Ondan zaten büyük bir umut beklemiyordu. Artık geçim biçimini bulmuştu. Bu diplomayı elde etmek