matbaada hemen herkes severdi. Başyazar Ali Şekip, imtiyaz sahibi Hüseyin Baha, idare memuru Ahmet Şevki Efendi… Bunlar o temiz yürekli adamlardı ki onlarla konuşurken içten bir ferahlama duyar, sıkıntılarının birçoğunun ortadan kalktığını sezinlerdi. Bir de matbaanın müdürü Tevfik Efendi vardı ki işinin başına her gün herkesten önce gelir, küçük odasına girerdi.
Her zaman küskün, her zaman sessiz bir adam ki ortalıkta gölge gibidir. Kimseyle konuşmaz, hiçbir şeye karışmaz. Yalnız, Ahmet Şevki Efendi ile yönetim işlerine bakar. Matbaada öksürdüğünden başka sesi duyulmaz; hastalıklı bir çalışan… Yazın kürk giyer, odasından mangal mayıs ortasında kalkan bir yaşlı adam…
Ahmet Cemil bu adamla bir çift söz etmemiştir; niçinini, nedenini de bilmez. Matbaa müdürü?.. Ne demek olacak, matbaa müdürü ise kendisini göstersin. Odasında kül eşelemekten başka bir şey yapmayacaksa müdürlükten vazgeçsin…
Hüseyin Baha Efendi’nin buna, üstelik çarpık işlerine katlanışına bakılırsa bu adamın burada müdürlük sıfatını takınmak için bir özel hakkı olmalıydı. Kimi zaman kulağına çarpan sözlerden yavaş yavaş anlamıştı ki Tevfik Efendi, Hüseyin Baha Efendi’nin ortağı imiş; ola ki asıl sermaye de onun imiş…
Ahmet Cemil buna hiç önem vermezdi. Zaten bu üç kişiden başkaları her zaman gezgin hâlindeydiler. Altı ayda altı kez gazete ve matbaa değiştirir adamlar… Bugün “Mir’at-ı Şuûn” gazetesinde, yarın başka bir yerde, kimi zaman iki yerde birden. Örneğin Osman Tayyar, dördüncü kez olarak bu gazeteye kapılanmıştı.
Diploma aldıktan sonra, bu dördüncü keze de son verildi. Üstelik bu kez Hüseyin Baha Efendi, Osman Tayyar’ın gazeteden ayrıldığına ilişkin iki satırlık bir yazı yayımlamaya bile gerek gördü.
Ahmet Şevki Efendi, o gün bir ara Ahmet Cemil’e “Oh! Hele şu çapkından kurtulduk. Şimdi gitsin de başka bir ‘Mir’at-ı Şuûn’ adına para alsın…” demişti.
“Mir’at-ı Şuûn”a kesin olarak girdikten sonra yaşayışı da bir düzene girmiş oldu. Kitapçılar için çalışmak, belli zamanlarda çıkan dergilere yazı yetiştirmek, “Mir’at-ı Şuûn” için her gün haberler ve değişik çeşitli yazılar sütunlarını doldurmak; sabahtan akşama kadar yönetimin havı uçmuş, değişik renklerde lekelerle, değişik biçimlerde yırtıklarıyla garip bir şey hâlini almış soluk yeşil çuha örtülü masasının kenarına ilişerek -Ali Şekip bir yanda olayların özetini hazırlarken, Raci ötede, bir dergideki güzel bir manzumenin yazarını küçültmeye çalışırken, Hüseyin Baha Efendi bir hesap konusu için Ahmet Şevki Efendi’ye çıkışırken, başmürettip mürekkepli elini kapının kenarına dayamış “Değişik yazılar ve haberler bölümüne bir buçuk sütun daha gerek.” derken- çalışmak; yazı imal eden bir araç gereç gibi uzunluğuna kesilmiş kâğıtlara, yeniden okumaya vakit bulamadan, doldurup bir yenisine başlamak…
Durmadan işleyen zavallı başını dumanla uyuşturabilmek için birbirinin ardından yaktığı sigaraların dumanı gözlerini doldurdukça durmaya, sulanan bu zavallı gözlerini dinlendirmeye vakit bulamayarak çalışmak, yazı yazmak…
Sonra yorgun kafasının bir sözü bulabilmekten veya bir cümleyi bağlayabilmekten irkilişi üzerine ileriye gitmek istemeyen kalemi, kâğıdın üzerinden ayırmayarak durmak; bir süre zihninin tembelliği içinde gözleri pencerenin rengi uçmuş, eğri takılmış yeşil astar perdesinin kenarından şurada duyma düşünme yeteneklerini öldürmekle uğraşan bu zavallılara bir alay etme bakışı yollayan güneşin parlayışına özlemle dalıp gitmek…
Bu uğraşı içinde yemek yemek için vakit bulamazdı. Çoğunlukla peynir ekmekle üzümün oluşturduğu öğle yemeğini güneşsizlikten, havasızlıktan her zaman iştahsız kalan midesine zorla indirdikçe gözleri bir yabancı dergide, tercüme etmeye yarayacak bir parça arar veya biraz önce doldurduğu kâğıtların birinde, yeri boş bırakılmış bir kelime için sözlük kitabını araştırırdı.
Kimi zaman uyuşmuş bacaklarına, sürekli oturmaktan yorulmuş bedenine bir taze hayat vermek için kalkıp biraz dolaşır veya pencerenin kenarında ayakta durarak karşıki kaldırımdan geçenleri seyreder; bir ara merdivenleri iner, sokağa çıkar, kitapçısına kadar gider; yeni çıkmış kitap varsa şöyle bir bakar veya kitapçının hatırı için tashihleri gözden geçiriverir ve böylece işin çeşidini değiştirmiş olmakla kendisini dinlenmiş sayarak gene gazeteye döner.
Bu yaşayış biçimi her zaman böyledir. Cuma yok, pazar yok, her gün çalışacak, her gün gazeteye esir olacak. Kimi zaman geceleri nöbet bekleyecek. İmtiyaz sahibinin odasındaki sedirin üzerine ilişip yatacak. Pek seyrek olarak gazetede kendisine gerek olmayacak da biraz soluk alabilmek için Tepebaşı’na kadar gidecek veya gidip gelme bir Boğaziçi yolculuğu yapacak…
Ama bu yaşayışından şikâyetçi değildi. Çalışmak şimdi onun için sanki bir hastalık olmuştu. Duramıyordu. Yalnız, akşamları evine döndüğü zaman, yemek vaktine kadar minderin üzerine boylu boyuna uzanır, dinlenirdi.
Eve gelince annesiyle İkbal, o günün olup bitenlerini kendisine anlatırlardı. O yalnız dinler, ara sıra bir soru sorar, onlar söyler; bin türlü hiçlerden oluşmuş sözlerle yorgun kafasına biraz istirahat havası verirdi.
Bu uğraşma dolu hayata başladıktan sonra sessizliği sever olmuş; eski şen hâlini, gevezeliğini kaybetmişti. Ama isterdi ki kendisine öteden beriden söz edilsin. Bugün komşu Sabire Hanım gelmiş; oğlu Ahmet Efendi gelinle kavga etmiş de o, aralarına girerek barıştırmış. Gene de değeri bilinmezmiş, ne de olsa gelin değil mi?..
Bunu uzun uzun, dudaklarında geciken bir gülümsemeyle dinlerdi.
Dün İkbal, Seher’le birlikte, sekiz arşın basma almak için Kalpakçılarbaşı’na gitmiş. Yolda Seher’in ayakkabısının ökçesi kopmuş. Deli kız “Aman! Küçük hanım, ökçem koptu!..” diye kalabalığın içinde bir çığlık atmış ki…
Bu hiçleri derin bir zevkle dinler; dinledikçe sıcak bir günden sonra düşen yaz yağmurlarının tatlı serinliğine benzeyen bir haz duyardı.
Gazete için çalıştığına hiç hayıflanmıyordu çünkü bütün umutlarının sürekli çalışma sonucunda elde edilebileceğine, gerçekleşeceğine inanıyordu. Ama o Vezneciler’deki ders Ahmet Cemil’e o kadar ağır geliyordu ki eğer başka türlü elde edilebilmesi mümkün olsa o iki lirayı çoktan terk ederdi.
Hiç olmazsa gecelerine bütünüyle sahip olabilse kendisini mutlu sayacaktı. Evde kaldığı akşamlar bir süre annesiyle konuşur, Seher’le alay eder, özellikle İkbal’i herhangi bir nedenle kızdırarak eğlenir; sonra odasına çıkarak ya sevdiği bir şairi okur ya tercümeleriyle uğraşır ya da -iki gün sonra yok edilip atılmak üzere- bir manzumecik karalardı.
Odasında, seccadelerin üzerinde yuvarlanarak, minderlerde uzanarak çalışmaya ayırdığı bu zamanlar, gündüzleri gazetenin hasır iskemlesinde geçen saatlerin eziyet ve zahmetlerinin ödülü türünden, bir istirahat dönemiydi. Ama ihtiyaç derdi, bu zamanları da tamamıyla kendisine bırakmıyordu.
Haftada üç gece yemekten sonra evden çıkarak, bu sessizlik ve dinlenme köşesini bırakarak Vezneciler’e kadar gider; orada saatlerce uğraştıktan sonra, yanına kattıkları bir uşağın eşliğinde evine gelir, o zamana kadar herkes yatmış olduğundan yanına almış olduğu anahtarla kapıyı açarak hafifçe, ayaklarının ucuna basa basa odasına girer; en son on altı saatlik bir çalışıp çabalamanın acıları pahasına kazanılmış olan yatağına sokulurdu.
Asıl bu Vezneciler yolculuğundan kışın zahmet çekmişti. Öyle ki ders günleri yemeğini yedikten sonra, mangalın başında