Халит Зия Ушаклыгиль

Mai ve Siyah


Скачать книгу

yaldızı parıldayan kitapların arasında saklı imişçesine- içi rahatlamış bir bakışla bakarak “Ben biraz çalışacağım…” dedi. Hemen odadan çıktı. Her karar verdiğini hemen uygulamaya koymak isteyenlerdendi. Üstelik tamamıyla soyunmaya vakit bulamadı. Fesini, ceketini fırlatmakla yetindi. Odasının bir köşesinde cilası uçmuş eski ceviz masasının önüne oturdu. Önce “Raphael”i açtı.

      Tercüme konusunda kendisine has düşünceleri vardı. Aslına bütünüyle uygun kalarak cümleleri aynı yapı ve tamlama dizileriyle, aynı bağlarla tercüme etmek gerektiğine inanıyordu. İlk cümleyi okudu. Daha tercüme işiyle bir tanışıklığı, tecrübesi yoktu. Okuduğu hemen kolayca çevrilebilecekmiş gibi kalemi kâğıdın üzerine koydu, başlamak istedi.

      Neresinden başlayacağında kararsız kaldı; bir daha okudu. Kelimelerin sırasına uyarak cümlenin her parçasını birer birer tercüme etmeye başladı. Kimi zaman kelimeler için ona tıpı tıpına uygun bir karşılık arayarak kimi zaman bulduğu karşılıkların ahengini, altında üstünde bulunan ötekilerle iyi bir bağdaştırmaya eriştiremediği için onun bir eş anlamlısını düşünerek; doğal bir ahenkle birleşebilen küçük ayraçları tercümenin neresine sokuşturmak gerekeceğinde şaşkın kararsız kalarak tercüme ediyordu.

      Bir dakika önce yazdığı iki kelimeyi dört satır aşağıya koymayı daha uygun bularak önündeki kâğıtta yazdıklarından fazlasını silerek-çizerek bir türlü ele avuca sığmayan, söz dinlemeyen kaleminin arkasından uzun sürelerle çalıştı.

      Belki bir sayfa tercüme yaptı ama yıkıcı yıpratıcı bir yorgunluk!

      Çok fazla tercüme yaptığını sanıyordu. Sonra bir aslına, bir de önündeki müsveddeye baktı: Ancak bir sayfa!.. Böyle giderse on altı sayfa için ne kadar çalışmak gerekecekti?..

      Sonra tercüme ettiğini okudu. İnanamıyordu; yaptığı tercüme bu kadar çalışmanın sonucu şu ruhsuz, renksiz metin miydi? Bu dakikada duyduğu büyük yorgunluk ve uyuşukluğu, cesaretini birden kıran umutsuzluğu yalnız duymuş olmak için duygularına bir biçim vermek amacıyla uğraştıktan sonra memnunluk verici bir sonuca varamamış ve bunun acısını duymuş olmak gerekir.

      Ahmet Cemil ayağa kalktı, odasında gezindi. Bir ara kitabı yeniden aldı. Ortasından bir parça okudu; buna verilebilecek tercüme biçimini düşünerek süzüyordu. Öfkelendi. Belki öteki bölüm tercümeye daha elverişlidir, diye düşündü, onu da okumak istedi. Artık iyice sıkılmıştı. Başarılı olamamaktan, gücünü yeterli görememekten gelen bir sıkıntı…

      Odasının penceresini açmak, hava almak istedi: Evlerinin bahçesine -minimini bahçe ki İkbal, kendine göre, oranın bir bahçıvanıydı- bakan bir pencere… Ah! Hüseyin Nazmi’nin kitaplığının penceresi, o güneşle dolu bahçe, o ışıkların birbiriyle sarmaş dolaş olup çarpışması, o kır kokusu, orada duyulan düşünmek zevki… Bu kafesinin boyası solmuş pencere, şu güneşin yetersizliğinden toprağı yosunlaşmış bahçe…

      Şu dakikada bütün geçmiş mutluluğunun güzel yuvası olan bu evceğiz, sanki bir işkence zindanı gibi Ahmet Cemil’i eziyordu. Burada yaşamak zorunda olmak; burada, şu basma perdeli, tek pencereli dar odacıkta, yazın şu bunaltan sıcaklarıyla çalışmak… Ah! Ahmet Cemil zengin olsaydı, evet, zengin olsaydı! Onun da Erenköy’de bir köşkü, köşkte süslü bir kitaplığı, kitaplığının önünde tatlı bahçesi olsaydı; Lamartine’i, Musset’yi orada okusaydı; ama on altı sayfasını kırk kuruşa tercüme etmek için değil, yalnız kendi zevki ve kendi mutluluğu için…

      Duramadı; yeniden dışarı çıkmak için fesini giydi. Sanki sokağa çıkarsa aradığını bulacaktı.

      Yürürken düzenli düşünmek, ne yapacağına bir karar vermek istiyordu. Bu mümkün olamadı. Kafası o kadar dağınıktı ki düşüncelerine bir düzen veremiyordu. Sanıyordu ki yürümeyi sürdürürse sinirlerini dindirmeyi başarabilecek.

      Babıali Caddesi’ne kadar geldi. Bir yere gitmek için belli bir niyeti ve kararı olmadığı zamanlar her vakit ayakları onu oraya, kitabevlerinin, basımevlerinin sıralandığı şu caddeye getirirdi.

      “Matbaa-i Osmaniye” Kitabevinin önüne gelince bir ara durdu, uzun uzun vitrinde duran kitaplara baktı, kapların üzerini okudu. Bir süre gözlerini kûfî hat üslubuyla yazılmış bir kitabın adına dikti. Bunu okumak için çalıştı. Bir ara aklında yer tutan soruya şu karşılığı verdi:

      “Ne olacak? Kitapçılardan birine başvurayım. ‘Tercüme yapmak istiyorum, ne tercüme edeyim?’ derim.”

      Buna karar verdikten sonra caddeye indi. Ara sıra uğradığı kitapçılardan birinin dükkânına girdi. Öteden beriden, yeni kitaplardan, son haftanın dergilerinden söz etti. Sonra birden düşüncesini söyledi. Kitapçı düşündü, pek gevşek bir tutumla “Olsa olsa hikâye tercüme ediniz; başka kitaplar pek az satılıyor; zaten hikâyeler de satılmıyor ya…” dedi.

      Sonra birden kitapçı durumunu değiştirdi, aklına bir şey gelmiş gibi “Sahi, ‘Hırsızın Kızı’ romanına devam etseniz ya!” dedi.

      “Hırsızın Kızı”… Bir romandı ki dört fasikülü yayımlandıktan sonra mütercimi vazgeçmiş, yayıncı devam etmemişti.

      Ahmet Cemil hemen kabul etti:

      “Çıkan fasiküllerle aslını veriniz.” dedi. Sonra biraz düşünerek ekledi:

      “Ama bir şartım var: Adımı koymayacağım!..”

      Lamartine’den sonra, Musset’den sonra “Hırsızın Kızı”…

      İşte hayallerin sonu!..

      O akşam, tercüme dedikleri şeyin ne kadar kolay olduğuna şaştı. İki saatte on sayfa tercüme etmişti; bu gidişle milyon kazanacaktı…

      Kâğıtları annesinin önüne döktü:

      “İşte!..” dedi.

      O günden başlayarak Ahmet Cemil için sürekli bir çalışma başladı. Okulun tatil zamanından faydalanarak gecelerini, gündüzlerini, garip olaylardan oluşan bir dolaşık yumak uydurmakta usta bir yazarın kafasından çıkan ve kim bilir kaç kişinin kış uykularına türlü korkunç düşler karıştıracak olan bu romanı; bu cinayetler ve akla gelmez olaylar zincirlemesini nefret ede ede tercüme işine adadı.

      İlk dört beş fasikülün tercüme biçiminden yüreklenerek zaten hiçbir dil ve anlatım üstünlüğüne, zevkine ve inceliğine sahip olmayan bu kitabı hemen bir oturuşta tercüme ediyordu. Ama bu uğraşısından duyduğu nefret, çalıştığı süreyi bir eziyet hâline getirirdi. Damarlarının içinde bir besteci kanının dolaştığını duyduğu hâlde -ekmek yemek için- gecesinin sekiz saatini murdar çalgılı kahvehanelerde, tiksindirici şarkıcı kadınlara çalgıcı olarak eşlik etmekle geçiren bir kemancı gibi ruhu türlü güzellikler yaratma yeteneği gösteren bu genç, batakhanelerde bitmez tükenmez hırsız konuşmalarını tercüme ettikçe yüreği nefretinden şişerdi.

      Ama asıl on beş gün içinde sekiz on fasiküllük müsvedde hazırlayarak on beş yirmi mecidiye alabilmek umuduyla kitapçının dükkânına gidip de adamın para konusuna kesinlikle yanaşmadığını gördüğü ve kızara bozara tercüme hakkını istemeye yüreklendiği zaman, herifin “Durun bakalım, hele bir kez okutayım. Sonra daha basma izni alınacak. Hem basılsın, kaç forma tutacağını ne bileyim!..” dediğini işitince dondu kaldı… Demek evde günlerce kapanıp havadan, o güzel güneşten, halkı bütün İstanbul’un en güzel yerlerine sürükleyen bu tatlı ve güzel mevsimden kendini mahrum kılarak meydana getirdiği bu çalışma ürününü satabilmek için kitapçı dükkânına günlerce gidip gelmek, şu kirli müsveddelerin arkasından koşmak; bugün