Лев Толстой

Savaş ve Barış I. Cilt


Скачать книгу

olduğu gibi görünmekte; köprünün iki ucunda da gelen ve giden Rus birlikleri bir ırmak gibi uzanmaktaydı. Tuna’nın kıvrıldığı yerde gemiler, bir ada ve parkla çevrili bir şato vardı. Parkın iki tarafından Enns Irmağı’nın Tuna’ya dökülen suları akıyor; Tuna’nın çam ormanlarıyla örtülü kayalık sol kıyısının arkasında ta uzaklarda esrarlı yeşil tepeler, maviye çalan dar geçitler fark ediliyordu. Balta girmemiş duygusu uyandıran sık ormanın ortasında yükselen manastırın kuleleriyle ileride, Enns’in karşı yakasında, iyice uzaklarda, tepede, düşman devriyeleri görülmekteydi.

      Yükseklerde, topların arasında, artçı kuvvetlerin komutanı olan bir generalle maiyet subayı, ellerinde uzun birer dürbünle araziyi incelemekteydiler. Biraz geride, bir topun kundağı üzerinde, Başkomutan tarafından artçı kuvvetlerin komutanına gönderilmiş olan Nesvitski oturuyordu.

      Nesvitski’ye yol arkadaşlığı etmiş olan kazak, küçük bir çanta ile bir matara uzattı ona: Nesvitski, oradaki subaylara Rus böreği ile Alman şarabı ikram ediyordu. Kimi yere diz çökmüş kimi de ıslak otların üzerine bağdaş kurup oturmuş olan subaylar, sevinç içinde etrafını sarmışlardı. Nesvitski şöyle konuşmaktaydı:

      “Evet, burada şato yaptıran Avusturyalı Prens hiç de budala değilmiş doğrusu! Güzel bir yer…”

      Subaylardan birine sordu: “Siz neden yemiyorsunuz?”

      Subay, böyle genel karargâhtan gelmiş önemli bir kişiyle konuşmaktan memnun olarak “İçtenlikle teşekkür ederim Prens…” diye karşılık verdi. “Gerçekten de çok güzel bir yer! Tam parkın önünden geçerken iki geyik gördük… Ayrıca şato da pek görkemli…”

      Aslında uzanıp bir börek daha alabilmek için can atan ama utandığı için sözüm ona etrafı seyretmeye dalmış olan bir başka subay, eliyle karşıyı işaret ederek “Bakın Prensim, bakın…” dedi. “Bizim piyadeler oraya vardılar bile! Bilmem fark edebiliyor musunuz? Ta orada, köyün arkasındaki düzlükte, üç kişi bir şey sürüklüyorlar…”

      Sonra o üç askerin yaptığını hoş gördüğünü belirten bir gülümseyişle ekledi: “Şatoyu soyacaklar neredeyse!”

      Nesvitski de gülerek “Öyle öyle…” dedi. “Soyacaklar gerçekten!”

      Sonra ağzındaki böreği rahatça çiğneyerek devam etti:

      “Ama ben ne isterdim, biliyor musunuz? Taaa oraya tırmanmak!”

      Tepede görünen kuleli manastırı işaret ediyordu gülümseyerek. Gözlerini kısmıştı:

      “Ne hoş olurdu değil mi baylar?” diye sordu.

      Subaylar gülüştüler.

      “Hiç olmazsa o rahipleri korkuturdum! Dendiğine göre orada genç İtalyan kızları varmış… Gözünüzün önüne geliyor mu? Ben bu işe hiç çekinmeden ömrümün beş yılını feda ederdim!”

      Subaylar arasında en cesaretlisi gülerek “Canları da kim bilir nasıl sıkılıyordur!” dedi.

      Bu arada, önde duran maiyet subayı General’e bir şeyler göstermekte; General de dürbünle, gösterilen noktaya bakmaktaydı.

      Çok geçmeden General dürbünü indirip omuzlarını silktikten sonra öfkeli bir sesle söylendi:

      “Dediğim gibi oluyor işte, bakın! Tam olarak dediğim gibi… Bizimkiler ırmağı geçerken karşı taraf onları dövmeye başlayacak! Ne diye orada oyalanıp duruyorlar sanki?”

      Irmağın öbür kıyısında mevzilenmiş olan düşman kuvvetleri ile bataryası, dürbünsüz de görülebilmekteydi. Bataryadan, süt beyazı bir duman yükseldi birdenbire. Dumanın yükselişini, uzaklardan gelen bir top sesi izledi. Aynı anda da ırmağı geçmekte olan Rus kıtalarının acele ettikleri fark edildi.

      Oflaya puflaya doğrulup kalktı Nesvitski. Ağır adımlarla General’e yaklaştı gülümseyerek ve sordu:

      “Bir şeyler yemek istemez miydiniz?”

      Ona cevap vermeksizin kendi kendine söylendi General:

      “İşler kötü! Geç kaldı bizimkiler…”

      Nesvitski, “Derhâl oraya gitmemi emreder miydiniz Ekselans?” dedi.

      General, daha önce etraflı bir şekilde verilmiş olan emri çabuk çabuk tekrarlamaya başlamıştı:

      “Evet evet, rica ederim gidin ve söyleyin o süvarilere: En son olarak kendileri geçsinler, geçer geçmez de köprüyü emrettiğim gibi ateşe versinler. Köprüdeyken, ateşleme malzemesini yeniden gözden geçirmeyi ihmal etmesinler tabii!”

      Nesvitski, selam vererek:

      “Peki, efendim.” dedi.

      Atını tutmuş bekleyen kazağa seslendi: Küçük çantayla matarayı kaldırmasını emretti. Sonra da ağır vücudunu çevik bir hareketle atın üzerinden aşırarak eyere yerleşti. Kendisine gülümseyerek bakan subaylara döndü, hareket etmeden önce “O rahiplere uğrayacağım!” dedi gülümseyerek.

      Sonra önündeki patikadan yokuş aşağı inmeye başladı.

      Topçu subayına seslendi General:

      “Haydi bakalım! Güllelerinizi deneyin, nereye kadar gidebiliyorlar acaba? Hem böylelikle siz de can sıkıntısından kurtulmuş olursunuz biraz!”

      Subayın sesi çınlattı ortalığı:

      “Topçular, silah başına!”

      Çok geçmeden de çoban ateşlerinin başından ayrılan topçular, sevinç içinde koşup gelmiş ve topu doldurmaya başlamışlardı. Hemen ardından subayın ikinci komutu yükseldi:

      “Birinci top, ateş!”

      Birinci top şiddetle geri tepti. Kulakları çınlatan madenî bir gürültü oldu. Gülle, tepenin altındaki Rusların başları üzerinden ıslık çalarak uçup düşmana varmadan çok daha gerilerde patlamıştı. Düştüğü yerde beyaz bir duman yükseliyordu şimdi…

      Top sesi üzerine erlerin de subayların da yüzünde neşeli bir ifade belirmişti. Herkes yerinden fırlamış aşağıda, Rus ordusuyla yaklaşan düşman ordusunun hareketlerini izlemeye başlamıştı. O sırada güneş de bulutların arasından sıyrılmış olduğu için her şey pırıl pırıl görünmekteydi. Top ateşinin gümbürtüsü ile güneşin parlak ışınları el ele vermiş, insanlara canlılık aşılıyordu şimdi.

      VII

      Köprünün üzerinden iki düşman güllesi geçmişti bile. Her yanda itişip kakışmalar başlamıştı. Atından inmiş olan Prens Nesvitski, orta yerde, şişman vücudu parmaklığa âdeta yapışmış bir hâlde durmakta; gülerek başını çevirip birkaç adım geride atların dizginlerini tutan kazak üzerine bakmaktaydı… Prens biraz ilerlemeye görsün, erlerle arabalar hemen üzerine çullanıp onu yine parmaklığa doğru gerileterek sıkıştırıyorlardı. Bu durumda işi şakaya vurup gülmekten başka yapacak şey kalmıyordu. kazak, birdenbire “Kardeşim, ne biçim adamsın sen!” diye bağırdı.

      Tekerleklerin ve atların yanına toplanmış olan piyadelerin üzerine arabasını sürmeye kalkan bir konvoy erine sesleniyordu. Var gücüyle devam etti bağırmaya:

      “Ne biçim adamsın be birader! Biraz beklesen ölür müsün yani? Görmüyor musun, General geçecek!”

      Ama nakliye eri, General’in sözüne de aldırmaksızın yolunu tıkayan erlere bağırmaktaydı:

      “Hey! Hemşehrim! Şöyle çekilsene! Hemşehriler! Sola kayıverin, ne olur! Vardaaaa!”

      Gelgelelim “hemşehriler” omuz omuza sımsıkı durmakta ve süngüleri