açtı cüzdanın; içinden bir altın alıp çıkardı ve kaşlarını kaldırarak garsona uzatıp emreden bir sesle “Çabuk ol, lütfen.” dedi.
Altın, yeniydi. Rostof yerinden kalktı ve Telyanin’in oturduğu masaya yöneldi. Bir rüyada hareket eder gibiydi. Hemen hemen işitilmeyecek kadar alçak bir sesle konuştu:
“Cüzdanınıza bakabilir miyim?”
Telyanin, gözlerini her zamanki gibi oradan oraya kaydırarak ama kalkık kaşlarını indirmeksizin uzattı cüzdanını.
“Güzel cüzdandır, neme lazım…” dedi. “Evet, evet…”
Sonra birden sarardı nedense ve ekledi: “Buyurun bakın, delikanlı.”
Sadece eline almış olduğu cüzdana değil, içindeki paraya ve Telyanin’e de baktı Rostof. Teğmen, alışkanlığına uygun olarak, sürekli çevresine bakınmaktaydı. Aşırı şekilde neşeleneceği tuttu birden:
“Bir Viyana’ya gitsek de hepsini orada harcasam!” dedi. “Şimdi ise bu pis kasabalarda bunları gönül rahatlığıyla harcayabileceğin bir yer dahi yok!”
Sustu bir an. Sonra Rostof’un yüzüne bakmaksızın “Eh, verin bakalım delikanlı…” dedi. “Ben artık yavaş yavaş gideyim.”
Rostof cüzdanı elinde tutuyor ve susuyordu. Telyanin devam etti:
“Peki siz niye buraya geldiniz kuzum? Siz de yemek mi yiyeceksiniz yoksa? Eğer öyleyse hemen söyleyeyim, buranın yemekleri hiç de fena değil; sanırım beğeneceksiniz…”
Uzanıp cüzdanı tuttu.
“Şunu versenize lütfen…”
Rostof cüzdanı bırakmıştı. Telyanin’se onu pantolonunun cebine sokmaya çalışıyordu şimdi. Kaşları kayıtsız bir ifadeyle yukarı kalkmış, ağzı hafifçe açılmıştı. Bu hâliyle “Ne olmuş yani, cüzdanımı cebime yerleştiriyorum işte ve bu, çok basit bir iş, üstelik de hiç kimseyi ilgilendirmez!” der gibiydi etrafındakilere. İçini çekerek kalkık kaşlarının altından Rostof’un gözlerinin içine baktıktan sonra, “Eh, ne var ne yok delikanlı?” diye sordu.
Garip bir ışık, bir elektrik kıvılcımının hızıyla, Telyanin’in gözlerinden Rostof’un gözlerine, sonra da Rostof’un gözlerinden Telyanin’in gözlerine aktı. Bir anda olup bitmişti bu, bir an ya sürmüş ya sürmemişti. Ve Rostof, Telyanin’in elini yakaladı.
“Buraya gelin!”
Neredeyse sürükleyerek pencereye doğru götürdü onu. Bir an yüzüne baktıktan sonra kulağına eğilip “Bu paralar Denisof’un…” diye fısıldadı. “Onun paralarını hangi hakla aldınız?”
Telyanin itiraz edecek oldu önce:
“Ne? Ne?.. Nasıl olur? Bu ne cesaret? Siz bunu bana nasıl olur da?..”
Ama bu sözler zavallı, umutsuz bir çığlık, özür dileyen bir yakarıştan öte bir anlam taşımıyordu. Nitekim adamın sesini duyar duymaz Rostof’un ruhundaki ağır şüphe yükü bir anda kalkıp gitmiş gibi oldu. İçinde derin bir sevinç dalgalanıyordu şimdi. Aynı zamanda da karşısında kalakalan bu zavallı adama acıyordu. Ne var ki başladığı işi bitirmeliydi Telyanin, kasketini kaparak “Buradakiler kim bilir neler düşünür!” diye mırıldandı.
Yandaki boş odaya yürürken yine alçak bir sesle ekledi:
“Bu işi açık açık konuşmalıyız…”
Rostof kararlı bir sesle “Bunu biliyorum…” dedi. “İspat da edeceğim.”
“Ben…”
Başka bir şey söylemedi Telyanin. Korkulu, solgun yüzünün bütün kasları titremeye başlamıştı. Gözleri yine oradan oraya kayıyor ama bir türlü Rostof’un yüzüne bakamıyordu. Sonra hıçkırıklar arasında kaybolan sesi işitildi:
“Kont! Bir genci mahvetmeyin, ne olur!.. Alın bu paraları… Bu Tanrı’nın belası paraları… Alın bunları!”
Masanın üzerine fırlattı paraları.
“Benim yaşlı bir babam bir de anam var!” diye hıçkırdı.
Rostof paraları aldı. Telyanin’in yüzüne bakmaksızın ve tek bir şey söylemeksizin çıktı odadan. Çıkar çıkmaz da durdu ve hemen geri döndü. Gözlerinde yaşlar vardı.
“Ey Tanrı’m!” dedi. “Nasıl… Ama nasıl yapabildiniz bunu?”
Telyanin genç adama yaklaşıp elini uzatarak “Kont!” dedi.
Devam edecekti belki ama Rostof buna meydan vermedi. Geri geri çekilirken “Elinizi sürmeyin bana!” diyebildi ancak. “İhtiyacınız varsa alın bu paraları!”
Cüzdanı ona fırlatmış ve koşarak çıkmıştı meyhaneden.
V
Aynı günün akşamı Denisof’un evinde toplanan süvari bölüğü subayları arasında hararetli ve bir hayli çekişmeli bir konuşma oluyordu.
Uzun boylu, saçları ağarmaya yüz tutmuş, pala bıyıklı, buruşuk yüzünün çizgileri kalın Kurmay Yüzbaşı, heyecandan kıpkırmızı kesilen Rostof’a dönmüş, şunları söylemekteydi:
“Ben size diyorum ki Alay Komutanı’ndan özür dilemeniz gerekir Rostof!”
Kurmay Süvari Yüzbaşı Kirsten’di bu. İki kez yüz kızartıcı davranışlardan dolayı rütbesi indirilip erliğe döndürülmüştü ama her iki seferinde de başarı göstererek yeniden kazanmıştı rütbesini.
Rostof, “Hiç kimsenin yalan söylediğimi ileri sürmesine izin veremem!” diye bağırdı. “Apaçık bir durum var ortada! O bana ‘Yalan söylüyorsun!’ dedi, ben de ‘Siz yalan söylüyorsunuz!’ dedim ona. Hepsi bu kadar işte! Her şey apaçık! Şimdi… İstediği takdirde beni Tanrı’nın her günü nöbete koyabilir, beni hapse de atabilir. Ama ondan özür dilemeye beni bu dünyada hiç kimse mecbur edemez! Mademki o bir Alay Komutanı olarak bana tatmin edici bir cevap vermeyi onuruna yediremiyor…”
Kurmay Süvari Yüzbaşı, uzun bıyıklarını sakin sakin düzelterek kaim sesiyle “Canım, durun biraz, heyecanlanmayın hemen, beni dinleyin…” diye sözünü kesti Rostof’un. “Siz orada başka birtakım subayların da bulunduğuna bakmadan kalkmış; Alay Komutanı’na, bir subayın hırsızlık ettiğini söylemişsiniz, öyle değil mi?..”
“Konuşma başka birtakım subayların yanında olduysa suç benim mi? Belki onların yanında konuşmamam gerekirdi ama ben diplomat değilim ki! Zaten Süvari Alayı’na da burada böyle incelikler göstermek gerekmez sandığım için girdim. O da tutmuş, ‘Yalan söylüyorsun!’ diyor bana! Bu durumda özür dilemesi gereken birisi varsa o kişi herhâlde ben değilim, kendisi!..”
“Bütün bu söyledikleriniz iyi güzel, aslanım. Burada hiç kimse de size bir ödlek gözüyle bakmıyor… Mesele başka… Hele sorun bakalım Denisof’a: Bir subay adayı, Alay Komutanı’nın kendisinden özür dilemesini isteyebilir mi?”
Süvari Yüzbaşı, sorusunu, Denisof’a bakarak tamamlamıştı.
Canı sıkılmış gibi bir tavırla, bıyığını ısırarak konuşmayı dinliyordu Denisof. Söze karışmak istemediği belliydi. Kurmay Süvari Yüzbaşı’nın sorusu üzerine, “hayır” anlamında başını sallamakla yetindi. Devam etti Kurmay Yüzbaşı:
“Siz tutmuş; Alay Kumandanı’na, orada başka birtakım subayların da bulunduğuna aldırış etmeksizin o pis işten söz açmışsınız. Bogdaniç de (Alay Komutanı’na Bogdaniç diyorlardı.)