satın alarak onlara hürriyetlerini vermekti. Bilal, Amir, Lübeyne, Zinnire, Nahdiyye ve Ümmül Ubeys bunlardan bazıları idi. Bunlar Ebu Bekir’in sayesinde hürriyetlerine kavuşmuşlardı.
İslam’ın ilk yayılma devrelerinde dikkati çeken hususlardan biri de bu dinin genellikle halk tarafından rağbete mazhar olmasıdır.
Aristokrat sınıf ise ekseriyetle Hz. Muhammed’in risaletini duymazdan ve görmezden geliyorlardı. Kur’an-ı Kerim’in ifade ettiği bir hadise, İslam’ın ilk yayılma devrelerinde bu yüksek sınıfın ona neden rağbet etmediklerini ve onların maksadını izah eder. Bir gün Resul-i Ekrem, Kureyş asillerinden birkaçına irşatta bulunurken âmâ bir fakir olan İbn. Ümmü Mektum adında bir adam gelmiş, Peygamber’in meşgul olduğunun farkına varamayarak nazarı dikkati çekebilmek için birkaç sual sormuştu. Peygamberimiz mühim bir konuşma ile meşgul olduğundan normal olarak sözünü kesmek istememişti. Resul-i Ekrem âmâyı azarlamamış, ona memnuniyetsizliğini ifade eden bir kelime söylememiş, yalnız alnında beliren bir iki çizgi, onun bu durumdan hoşnut olmadığını göstermişti. Peygamberimiz’in güzel ahlaki faziletlerle ve edeplerin en güzeli ile dopdolu olmasını isteyen Cenabıhakk, bu olayın geçip gitmesine razı olmadı. Kur’an-ı Kerim buyuruyor ki, Âmâ geldiği zaman alnı çatıldı, yüzü çevrildi…60 Daha sonraları Kur’an-ı Kerim, bir ihtiyar âmânın, Peygamber’in irşadından istifade etmesinin düşünülebileceğini söylüyor. Çünkü Kur’an, düşkün insanları en yüksek seviyeye yükselten bir hayat mecellesidir. Bundan başka aynı surede, Peygamber’in büyük şahıslara fazla önem vermemesi isteniyor. Çünkü İslam davasının yükselmesi zayıf ve fakirlerden müteşekkil olan halk kitlesine bağlıydı. O halk kitlesi ki İslam davasına bağlılığı ve onu müdafaası sayesinde saadete ve şerefe kavuşacaktı. Risaletin özellikle Mekke ahalisinin zayıf ve çaresiz halkınca kabul edilmesindeki ilahi hikmet budur. Çünkü bunlar, büyüklerle kuvvetlilerin yapamayacakları işi, alelade halkın Allah’ın yardımı ile nasıl başarabileceğini gösteren müşahhas misaller teşkil edeceklerdi. Tarihin bize bildirdiği gerçeklerden birisi, Müslümanlığın, hakir görülen o biçare ve zayıfları hâkimiyet mertebesine yükseltmesi; ayrıca onları ahlakın en yüksek seviyesine, ilim, irfan ve felsefenin şahikalarına yükseltmesi, bütün dünyanın zulmet ve cehalet içinde yaşadığı sırada, onların medeniyet meşalesini taşımalarıdır. İslam’ın yükseltici kudretine bundan daha büyük bir şahit olur mu?
İhtiyar âmânın olayı önemsiz görünürse de bu durum, çok mühim bir olayı aydınlatmaktadır. İslam düşmanlarının şüphe ile telakki ettikleri vahyi ilahinin mahiyetini bu sure gözler önüne seriyor. Vahyi ilahi, Peygamber’in kendi içinden duyduğu bir ses miydi? Yoksa kaynağını dışarıdan aldığı bir şey miydi? İhtiyar âmânın olayı ve bu hadise dolayısıyla gönderilen ayetler, vahyi ilahinin Hz. Muhammed’in kendi eseri olmadığına kesin bir delil teşkil etmektedir. Bu ayet-i kerime, ihtiyar âmâya ehemmiyet verilmemesi dolayısıyla, ilahi bir nasihati içine alıyor. Bir insan bir hareketinden ne kadar pişman olursa olsun, onun halk nazarında teşhirini arzu etmez. Fakat Hz. Muhammed tereddüt etmeden, kendi şahsına ait olan bir meseleyi herkese beyan etmekten çekinmemiştir. Bu da vahyin hariç bir membadan değil, bizzat Allah tarafından geldiğini gösterir. Anlatılan bu hadise, Peygamberimiz tarafından yapılan bir hareketin, Cenabıhak tarafından tasvip görmediğidir. Böyle olmasına rağmen Peygamber Efendimiz bunu da tebliğ etmiştir. Hz. Muhammed’in hayatının esası, Cenabıhakk’ın iradesine seve seve bağlı olmaktır. Bu olay ayrıca vahyin dış kaynağını gösterdiği gibi, ilahi iradeye de tam teslimiyeti gözler önüne seriyor ki bunun tasviri ciltlerle kitap yazmaya muhtaçtır.
DOKUZUNCU BÖLÜM
TAZYİKLER VE BASKILAR
Ant olsun, biz kendilerinden öncekileri de denemişken, insanlar, “İnandık.” deyince, denenmeden bırakılacaklarını mı sanırlar? Allah elbette doğruları ortaya koyacak ve elbette yalancıları da ortaya çıkaracaktır. 61
Ne zaman Cenabıhak bir zümreyi, insanların ıslahına ve çöküşler içindeki beşeriyete hakikat meşalesini taşımaya memur ederse buna muhalif olan ve onlarla acı bir mücadeleye girişen diğer bir gurup meydana çıkar, iyi insanları belalara ve işkencelere maruz bırakırlar. Böyle olmakla beraber, bu acı muhalefet gereklidir. Hakikat meşalesini taşıyanların uğradıkları bu eziyetler ve işkenceler onların peşinden gelenleri deneyecek, iman derecesini ölçecek bir imtihandır. Bunlarsa her felaketi gülerek karşılarlar. Bütün eziyetlere, şiddetlere katlanırlar, müdafaa ettikleri hakikatten de zerre kadar dönmezler. Aslında bunlar ya hakikat için yaşarlar ya hakikat için ölürler.
Bundan başka güzel ahlakın semeresi sayılan “sebat” gibi vasıfları da ancak meşakkatler, eziyetler ve işkenceler inkişaf ettirir. Her tarafı engellerle çevrili insan yıkıcı felaketlerle savaşmazsa olgunluğu da kazanamaz. O hâlde bu gibi insanların başına gelen felaketler, gerçekte onların ahlak yapılarını kuvvetlendirmeyi hedef alan nimetlerdir. Fakat bu iki hedefin üstünde diğer bir hedef daha vardır. Cenabıhak, insanlığa şunu öğretmek istiyor ki kudretin ektiği tohum ne kadar zayıf olursa olsun, düşmanlık kasırgalarının en şiddetlisine mukavemet eder. Kasırgalar gelir geçer fakat o tohumdan gelen bitki gelişir. Onlardan zarar görmez. Resul-i Ekrem ile arkadaşları da ilahi kanuna uygun olarak Mekkelilerin elinden, bir emsali daha görülmeyen musibetlere, şiddetlere uğramışlardır.
Önce Mekkelilerin İslam davetine karşı koymaları, Hz. Peygamber’le alay etme şeklinde idi. Mekkeliler, İslam hareketine bir önem vermiyorlardı. Bu hareketin bir zaman sonra kendi kendine yok olacağını sanıyorlardı. İslami hareketin, hiçbir yönden dikkate değmez ancak hakir görülmeye ve alay edilmeye layık olduğu tahmin ediliyordu. Bu harekete karşı taarruza geçmeye lüzum görülmüyordu. Bundan dolayı Mekkeliler, müminlerle karşılaşınca bunlara gülerler, göz kırparlar ve onlarla alay ederlerdi.62
Bazı zamanlarda da Peygamber Efendimiz’e bakanlar, kâhin, bazen şair derler ve onun bu işin sonunda hiçbir şey yapamayacağını söylerlerdi.63 Bazen de onun aklını oynattığını iddia ederlerdi. Lakin Peygamber’in etrafında akıllı, dirayetli kişiler toplandıkça, Mekkeliler tehlikeyi sezmeye başladılar. Artık bunlarla kayıtsızca istihza etmekle yetinmiyorlar, taarruza başlamaya lüzum görüyorlardı. Bir defasında Peygamberimiz, Kâbe’de, namazda secdede iken Ebu Cehil onun üzerine pis şeyler atmıştı. Peygamberimiz’in namaz kılmak için evinden erken çıkması âdeti idi. Onun geçtiği yollara dikenli dallar konur, karanlıkta bunlara basarak eziyet çekmesini isterlerdi. Bazen yoldan geçerken, üzerine toprak ve taşlar atılırdı. Bir gün Kureyş eşrafından birkaç kişi üzerine hücum etmişler, bunlardan alelade biri, Ukbe b. Ebu Muayd, abasını Peygamberimiz’in boynuna dolamış, onu boğacak derecede sıkmıştı. Peygamberimiz’i Hz. Ebu Bekir yetişerek kurtarmış ve “Rabb’im Allah’tır dediği için bu adamı öldürmek mi istiyorsunuz!” demişti.
Kureyş arasında itibar sahibi olmayan kölelerle cariyelerin işkencelere tahammül etmekten başka çareleri yoktu. Bilal-i Habeşi’ye, Müslümanlığı reddettirmek için, efendisi tarafından müthiş işkenceler yapılıyordu. Müslümanlık ise bütün bu işkencelere mukavemet edecek derecede, o köle ve cariyelerin kalbine yerleşmişti. Dinden vazgeçmektense hayattan vazgeçmek, bunlar için daha iyi idi.
Bilal’in efendisi onu her gün öğleden önce zeval vaktinde alır, Arabistan’ın kızgın güneşi altında alevlenen kumların üstüne çırılçıplak yatırır, göğsünün üstüne ağır taş parçaları yığardı. Bilal bu müthiş işkence içinde “Ahad, Ahad!” yani “Bir’dir Bir’dir!” derdi. Ammar’ın babası