M. Turhan Tan

Cehennemden Selam


Скачать книгу

Çetin bir harpten çıkmış olan yorgun asker ise çok derin bir uykuya dalmıştı. Yalnız rüzgâr, o günkü mezalimi yâd ile tıpkı bir hasta gönüllü gibi, hafif hafif inliyor; ay, yere düşmek isteyen bir yumruk gibi, mahzun yaylanın üstünde titriyordu.

      Mevkinin bu matemî sükûneti arasında ölüm kuyularının şekli çok hazin idi.

      Her kuyu susturulmuş bir ağız gibi gerilmiş ve muzdarip sırıtıyordu. Onları susturan kuvvet yüce olsa belli ki hiçbir sazın sinesine sığmayacak binbir feryat, ortalığı velveleye verecekti. Ya o ihmal edilerek örtülmemiş kollar, bacaklar?.. Bunların her biri, gecenin ayla pudralanmış esmerliği arasında garip manalar ifade ediyordu. Şurada açık bir el, sanki can çekişen hayatını tasdik edecek bir mesut tesadüf dileniyor; burada dikilmiş bir ayak, çaresizce gönderildiği ebediyet âlemine son adımını atmak için güya inat etmek istiyordu.

      Uykusu kaçan bazı askerlerin çaldıkları bağlama sesleri de yavaş yavaş kesilmiş, koca yayla ölüm kuyularıyla tamamen baş başa kalmıştı. Ansızın gölgemsi bir vücudun, kuyuların arasında hareket ettiği görüldü. Âdeta uhrevi bir reftar ile yürüyen bu gölge, bariz bir itina ile ilerliyor ve bazen durarak ordugâha doğru bakıyordu.

      Bu, belki mezar soyucu ve belki bir matemzedeydi. Eğer nebbaş ise zaten birer gömlekle kuyulara atılan ölülerin nesini alacaktı? Canevinden vurulmuş bir matemzede ise hicranını çektiği vücudu, o dilsiz kuyuların hangisinde bulacaktı?

      Meçhul adam, hedefinden emin görünerek doğruca bir kuyunun başına gitti ve üstü pek hafif bir tabaka toprakla örtülen, hatta bir kısmı açık bırakılan bir kuyuyu eliyle temizlemeye başladı. İki dakika içinde topraklar kalkmış, kuyudaki cesetler meydana çıkmıştı. Sakallı, sakalsız, genç, ihtiyar, elli kadar ceset, üst üste yığılmıştı. Şu umulmaz akıbetlerine ebedî bir teslimiyet gösterir gibi boynu bükük duran bu cesetlerin en üstünde, serdarın bizzat boğduğu çocuk duruyordu.

      Meçhul adam, çocuğun önce gözlerini açtı. Mahnukun4 sol gözünden kan sızıyordu. Sağ gözü seçilmez bir renk değişimi gösteriyordu. Bu ilk inceleme, kendisine biraz ümit vermiş olmalıdır ki yüzünde sevinç alametleri belirdi ve hemen çocuğun göğsünü açarak kalbini dikkatle dinlemeye başladı. Biraz sonra meçhul adamın ağzından şu sözler dökülüyordu:

      “İhtiyar kurt! Pençende kuvvet kalmamış. İşte, kuzu yaşıyor. Artık kuzumuzu biz paylaşırız.”

      Her kelimesinden hınç fışkıran bu söylenişi müteakip, meçhul şahsın, boğulan çocuğu ölüm kuyusundan çıkararak omzuna aldığı ve ordugâhın karşı tarafına, ıssız yaylaya doğru uzaklaştığı görüldü.

      Bu, o gün çocuğu atında taşıyan sipahi idi.

      2

      İSTANBUL’DA BİR GECE

      İstanbul’un, sık sık kostüm değiştiren bir süs meraklısı gibi, tarih elinden yeni bir elbise daha aldığı yıllardayız. Hovarda erkeklere yalnız kucaklarını açıp kalplerini kapatan fettan kadınlar gibi, tabiatın bu naz düşkünü kızı da şark ve garbın binbir çeşit cenk erlerine, işte on beş asırdan beri, sadece yüzünü, gözünü öptürmüş, benliğini vermemişti. Fakat şimdi, alnına vurulan tabiat damgasını, tedricî bir teslimiyetle ruhuna da nakşettiriyor, eski Bizans yeni bir “İslambol” oluyordu.

      İstanbul’un geçirdiği bu dönüşüm şekli, hicretin on birinci asrına ve bizim hikâyemizin cereyan ettiği senelere tesadüf eder. Herhangi bir ziyaretçi o senelerde İstanbul’a gelse, memleketin havasında bol bir kireç ve taş kokusu dolaştığını hisseder ve adım başında bir çekiç sesiyle karşılaşırdı. Şurada bir mabet, burada bir zaviye, beri tarafta bir çeşme, öbür tarafta bir köprü yapılıyor ve sanki İstanbul’un göğsüne yer yer kürek hâkimiyeti çivilenmek isteniyordu.

      Ayasofya’nın karşısındaki altı minareli cami, bu hummalı devrin son mahsulüdür. Bu caminin yerinde vaktiyle üç muazzam saray vardı. Her biri bir vezire ait olan bu saraylar, bedelsiz istimlak edilerek yıkılmaya başlanmıştı. Yüzlerce amele, birer küçük mahalle büyüklüğünde olan bu sarayların yıkımıyla ve enkazıyla uğraşıyordu.

      Kimi Tebriz’den kimi Marakeş’ten gelen bu amelelerin rengârenk kıyafetlerini görmek, onların birbirine benzemeyen konuşma tarzını dinlemek İstanbul halkı için tatlı bir eğlence oluyordu. İnsanları, tek bir ana ile tek bir babadan kolayca teselsül ettiren anane-i tarih, ihtilafını da bir esasa rabt için Babil Kulesi hikâyesini tasannu etmekte muztar kalmıştı. Hâlbuki o efsanenin hakikati bu inşaat yerlerinde görülüyordu. Viyana’dan Hindistan’a kadar uzanan altın iz, Türk’ün kılıç izi, tıpkı bir mıknatıs gibi yüz türlü milletin sabırsız fertlerini İstanbul’a sürüklüyordu. Bu ecnebilerin hepsi, dilini bile bilmedikleri bu büyük Türk şehrinde ekmek, elbise ve ekseriya da şeref buluyorlardı.

      Amelenin her gün güneşin batışına kadar gösterdiği faaliyet, akşam olur olmaz derin bir sükûnete dönüşüyordu. O zaman, oralardan yalnız bıçağına güvenenler geçerdi. Çünkü yeniçerilerin koydukları bir kaideye göre, gece gezintisi ancak Hacı Bektaş fukaralarına ve onların himaye ettiklerine münhasır bir haktır ve bu hakkın dayandığı kuvvet ise bıçaktır!

      Yıldızların bulutlara büründüğü bir sonbahar gecesi, bu inşaat mahallinden uzun boylu bir şahsın, on yaşlarında bir çocuğu elinden tutarak geçtiği görülüyordu. Çocuk, bazen enkaz yığınlarının acayip şekillerine dalarak duruyor, bazen yanındaki adama sualler sorarak oyalanıyordu. Uzun boylu adam, çocuğun her duruşunda “Yürü Mahmut, geç kaldık.” diyor ve onu yürümeye zorluyordu.

      İki yolcu enkaz arasından aheste aheste geçerek henüz yıkılması tamamlanmayan sarayın önünde durmuşlardı. Bu sarayın kapıları, pencereleri sökülmüş, üstü açılmıştı. Sade duvarlarıyla bir kısım odalarının tahtaları yerinde duruyordu.

      Uzun boylu adamla çocuk, bu delik deşik sarayın karmakarışık dehlizleri arasından geçerek mahzenimsi bir yere kadar gelmişlerdi. Göksün Yaylası’ndaki sipahi olduğunu söylemeye lüzum görmediğimiz uzun boylu adam, orada biraz durakladı ve elini ağzına götürerek mükemmel bir çakal sadası çıkardı. Bu sese iki dakika sonra aynı şekilde mukabele olundu ve müteakiben bir kapı açılarak mü-heykel bir vücut göründü.

      Bizim sipahi “Merhaba!” dedi. “Biz geldik, ruhsat var mı?”

      Görünen şahıs “Bir eksiktik, tamam olduk.” dedi. “Buyurun.”

      Girdikleri yer, bir zemin odasıydı. Minimini bir meşaleden dumanla karışık hafif bir ziya çıkıyor ve oradaki insanlara, isten yapılmış resim şekli veriyordu.

      Sipahinin “Esselam!” sözünü altı ağız birden “Ehlen ve sehlen!” diye karşıladı! Şimdiki gelenler, eskileri gibi toprağın üstüne çömelmişlerdi. Çocuk, bellerinde birer yatağan, yerde bağdaş kuran bu acayip kıyafetli adamları, biraz evvel gördüğü enkaz yığınlarına benzetiyor, ortadaki meşaleden daha keskin parlayan bu kıvılcımlı gözlerden âdeta terliyordu.

      Eğri sarıklı, kıllı kolları açık biri “Çeşmi Efendi…” dedi. “Hoş geldin. Sözden evvel hele bir yut bakalım. İstersen oğlana da sun.”

      Ve cevap beklemeksizin yanındaki iri su testisini alarak büyücek bir toprak çanağı doldurdu ve isminin Çeşmi olduğunu öğrendiğimiz sipahiye uzattı.

      Çeşmi Efendi elini göğsüne koyarak “Hu!” dedikten sonra çanağı ağzına götürdü ve son yuduma kadar içerek “Kan gibi şarap!” dedi. “Nemse kralı da bundan âlâsını içemez.”

      Şarabı