M. Turhan Tan

Cehennemden Selam


Скачать книгу

ne yapacağını arkadaşlarına hâlâ söylememişti. Yalnız onları Haliç’e doğru götürüyordu. Sabah ezanından biraz sonra şimdiki Yemiş İskelesi noktasına gelmişlerdi. Tanrıbilmez orada bir dolmuş16 buldu, arkadaşlarıyla beraber hemen binerek kayığı Sarayburnu’na doğru hareket ettirdi ve Sarayburnu’na yaklaştıkları zaman, sabırsızlıktan çatlamak derecelerine gelen arkadaşlarına fikrini izah etti: “Şimdi hünkâr, Sinan Paşa Köşkü’ndedir. Her sabah bu vakitler o köşkten denizi seyreder, harem mahmurluğunu burada bozar! Biz köşkün önünden geçeceğiz ve onu sipahice selamlayacağız. Hepiniz orada benim söylediğim sözü tekrarlayacaksınız ve ben ne yaparsam onu yapacaksınız.”

      Kayık aheste aheste Sinan Paşa Köşkü’nün önüne gelmişti. Hünkârın gerçekten orada bulunduğu mahsus idi. Tam köşkün önünde, Tanrıbilmez ayağa kalktı ve testiden bir çanak şarap doldurarak bağırdı: “Halayıkoğlu’nun şerefine!”

      Altı sipahi, Tanrıbilmez’i taklitte gecikmediler. Her biri diğerini takip edip ayağa kalkarak gür sesleriyle haykırdılar: “Halayıkoğlu’nun şerefine!”17

      Tanrıbilmez’le arkadaşlarının bindikleri kayık, o devirlerde sipahilerin çok emin ve daimî sığınağı olan Üsküdar’a doğru kayıp giderken hekimbaşı efendinin, bir hafakan hiddeti içinde bayılan hünkârı tedavi için Sinan Paşa Köşkü’ne seğirttiği görülüyordu.

      3

      Zamanımızda harp, manasına uygun bir facia şeklini aldı; şiiriyetini tamamen kaybetti. Bugün binlerce kişiden mürekkep bir ordunun nakli, herhangi bir noktada toplanmış bir sır hâlinde cereyan eder. Oğlu harbe giden bir baba bile ciğerparesinin katıldığı kıtadan kolaylıkla haber alamaz. Mektuplar, tesadüfen gelmiş gibi mürselünileyh18 bulur. Lakin geldiği yerden hiçbir iz taşımaz. Bütün medeni dünyada hâlen şekil budur.

      Pazunun kafaya ekseriya tahakküm ettiği, “Zor oyunu bozar.” meselinin de harp kaideleri arasında hatırı sayıldığı devirlerde hâl, aksine olup harp bir nevi düğün gibiydi. Vatandaşlar, bitaraflar, dostlar değil, bizzat düşman dahi kendisi için hazırlanan darbenin her türlü özelliğinden haberdar olurdu. Bilhassa Türkler, kendi ordularının kemmî19 ve keyfi bütün mahiyetinden düşman tarafı haberdar etmekle, erlik borcunu ödemiş olmak kanaatinde bulunurlardı.

      Bu itibar ile harbe gidecek ordunun İstanbul’dan hareketi de bir nevi temaşa teşkil ederdi. İlan olunan sefer Rumeli cihetinde ise serdarın tuğları ve otağı Davutpaşa’ya, Anadolu tarafına gidilecekse Üsküdar’a dikilirdi. Günlerce süren hazırlıklardan sonra ordunun harekete gelmesine karar verilince kadın ve erkek binlerce halk, gazileri seyr için belirli yerlere koşarlardı.

      Filhakika ordunun her hareketi de temaşaya değerdi. Serdarın önünde sekiz nefer yeniçeri şairi yürürdü. Bunların başında keçe, arkalarından birer kaplan postu bulunurdu. Her biri “kudu kamet” sahibi, “dev endam” heriflerdi! Bir davul kadar ses veren “çöğür”lerini nöbetle çalarak, yüksek sesle okudukları türküleri sazlarının ahengine tuttururlardı. Birer dağ parçasına benzeyen bu ocak şairlerinin bir saatlik yere kadar sadalarının eriştiği sınanmış idi.

      Serdar genellikle kırmızı renkte elbise giyer, diğer paşalar siyah samur giyinirlerdi. Yalnız serdarın yanında giden şeyhülislam beyazlar giyinirdi! Yeniçerilerin kazanları, bayrakları, enselerini döven mukaddes keçeleri, sarıkları arasındaki kaşıkları gibi sipahilerin de zırhları, alaca bayrakları, yarım kabza kılıçları, oynak atları ve bir meşin torbayı andıran sakaların ıslak kıyafetleri seyrine doyulmaz bir manzara teşkil ederdi.

      Cephane ve erzak taşıyan katar katar develerin öğürtüsü, yedek atlarıyla sayısız katırların gürültüsü, on beşer yirmişer çifti bir arada top çeken mandaların bu görünüşü bu manzaraya ilave olunursa hareket hâlindeki bir ordunun tasviri kısmen tamamlanmış olur.

      Kuyucu Murat Paşa işte böyle bir alayla bir bahar günü Üsküdar’dan hareket ediyordu. Ulema ve âyan, serdarı Maltepe’ye kadar uğurlayıp ve sonra el öpüp geri dönmüşlerdi. Hedef, Tebriz idi ve her neferde yaya olarak dünyayı dolaşmaya çıkmış gönüllü bir seyyah tevekkülü görünüyordu.

      Ordu, mutat olan yollarda konaklayarak ileri doğru aheste aheste gidiyordu. İzmit Körfezi sahillerindeki her menzil, ordu için taşkın eğlencelere zemin teşkil ediyordu. Buralarda yeniçeriler, sipahilerle yüzme müsabakasına çıkar ve bir yeniçerinin rakibi sipahiyi yüzgeçlikte mağlup etmesine karşılık diğer bir sipahinin denize at sürerek iki yeniçeriyi perçemlerinden tutmak suretiyle birer elma gibi kucağına aldığı ve sahile çıkardığı görülürdü. O vakit bütün ordu, koyu bir bulut gibi gök gürültüsü koparan bir sadayla gümbürdeyerek “Aleyke avn!” diye bağırırdı! Yeniçerilerin testiye kurşun atmaları, keçeye kılıç sallamaları her gün vaki olurdu. Bu, ordunun piyade kısmı için ihmal olunamaz bir spordu. Hataya düşülerek basit görünen bu kılıç eğlencesi aslında büyük bir maharete ihtiyaç gösterirdi. Havaya atılan bir ibrişimi kılıçla kesmek; yerdeki karpuzu, kesildiği belli edilmemek, vaziyeti bozulmamak şartıyla, ikiye bölmek yeniçerilerin sık sık gösterdikleri ustalık eserleri cümlesinden idi. Bazı kişiler, bu tarzda kılıç vurmakta o derece meleke kazanmışlardı ki muharebe esnasında çalımına getirerek salladıkları bir kılıçla karşılarındaki düşmanı ikiye ayırırlar ve maktullere yerde oturur gibi bir vaziyet aldırırlardı!..

      Gebze’deki Anibal’ın mezarı işte bu Tebriz seferindedir ki yeniçeriler tarafından nişangâh tutulmuştu. Bu mezar üstünde, kimin tarafından dikildiği bilinmeyen bir taş vardı. Nişancılar, yol ortasında hiçbir mana ifade etmeyen bu işlemeli taş parçasını kısa bir endaht20 neticesinde parçalamışlardı.

      Kuyucu Paşa, bu parçalanan taş altındaki ölünün çok yüksek meslektaşı olduğunu bilmezdi. Kan o zaman onun için meçhuldü. Bugün bile Anibal, o gayesiz kurşunların elemsiz yaralarını taşıyarak, unutulmuş ve hakir görülmüş, aynı yerde yatıyor! İstanbul’a gelen sayısız seyyah kafilelerinden bir zümre değil, bir fert bile cihan tarihinin bulanık sayfasını ziyarete tenezzül etmiyor! Çemberlitaş’ın çıplak endamında tefekküre ve maziyi hatırlamaya vesile olacak bir hayli mana gören kadirbilir gözden bir tanesi, meşhur Anibal’ın meçhul mezarı üzerinde bir saniye durmaya lüzum görmüyor!

      Yirminci asrın şu kayıtsızlığı düşünülünce, Kuyucu’nun o mezar tarumarı ile alakadar olmaması hiç de ayıplanamaz. Zaten Kuyucu, ölülerle meşgul olacak vaziyette değildi. O, bilakis dirilerden ölüler vücuda getirmekle iştigal ediyordu.

      Bu ihtiyar ve hunhar adam, sabahtan akşama kadar adam öldürme ile vakit geçirir ve geceleri pek geç vakit, uyumak için uzanırdı. Altında bir Bursa ihramı, üstünde ya bir şal ya bir yamçı olduğu hâlde genellikle iki saat uyku kestirirdi.

      Yegâne zevki, uykusu gelinceye kadar dizlerinin bir genç çocuk tarafından ovulması ve diğer bir adamın da baş ucunda oturarak yavaş sesle Vassaf Tarihi’ni okuması idi.

      Bazen dizleri ovuşturulurken hafif bir heyecan, mahiyeti belirsiz bir ihtiras ile sarsılır ve bu sarsıntıdan derin bir haz duyarak gözlerinde garip bir parıltı ile hizmetkârlarının yanaklarını okşardı!..

      Ordu Ilgın menziline gelmişti ki İstanbul yolundan atını dörtnala koşturan bir süvari gözükmüş ve doğruca serdarın otağı önünde durarak atından inmişti. Dergâh-ı Ali21 kapıcıbaşılarından olduğu anlaşılan bu süvari,