M. Turhan Tan

Cehennemden Selam


Скачать книгу

Çeşmi’yi!”

      İki dakika geçer geçmez Çeşmi, bizim Kör Mahmut’un babalığı, serdarın önünde boyun kırmıştı. Kuyucu Paşa, yanındaki mektubu eline alarak Çeşmi’ye uzattı ve “Name-i hümayun!” dedi. “Oku, bakalım.”

      Hünkârın bizzat yazdığı bu kâğıt, tarihçe meşhur olduğu üzere, okunmaz bir şekilde idi. Noktaları tamamen silinmiş olan kelimeler birbiri üstüne yığılmış, satırlar birbirine karışmıştı.

      Birinci Ahmet’in yazısını okumak, hiyeroglifleri, alfabesini bilmeden okuyuvermekten daha müşkül idi. Gelgelelim Çeşmi, hayli zahmet çektikten sonra bu uğursuz yazıyı kısmen okumuştu. Hele mektuba ilişik olan diğer bir varakanın delaletiyle hünkârın ne demek istediğini pekâlâ anlamıştı.

      Birinci Ahmet, Kuyucu Paşa’ya hafiyelik ediyor ve eliyle yazdığı jurnale bir de vesika rabtetmek ihtiyatlığını gösteriyordu.

      Şimdi Çeşmi, derin bir huşu içinde anlatıyordu:

      “Saadetlü hünkâr, saadetlü efendime dualar ediyor, ‘Kılıcın daima keskin, yüzün iki dünyada ak olsun, ekmeğim sana helaldir!’ diyor. Diyarbakır’da Nasuh Paşa, bir mektup yazıp mührün kendisine ihsanını rica etmiş, karşılığında da kırk bin altın vereceğini bildirmiş. Saadetlü hünkâr onun rikasını22 birlikte gönderiyor ve ‘Bildiğini yap lalacığım!’ buyuruyor!”

      İhtiyar serdar, Çeşmi’yi dikkatle dinledi ve mektupları elinden aldıktan sonra “Haydi, yerine git.” dedi. “Bu gece beni görmemiş ol, okuduğunu da unut!”

      Kuyucu’nun imrahoruna kâtip olarak bir müddet evvel daireye giren Çeşmi, pek az zaman içinde sır kâtipliğine tayin olunmuştu. Resmî haberleşmeleri her zamanki gibi “Tezkireci” Efendi idare ediyor; mahrem evrakı, Çeşmi Efendi yazıyordu. Artık haysiyetli bir çelebi olmuştu. Kendine mahsus çadıra gelince, mahut civeleği orada buldu. Çocuk seferî kıyafette idi. Melun, don ve entari yerine siyah sıkmalar giymiş, gözlerini serpuşunun altına gizlemiş, beline de bir hançer geçirmişti! Çeşmi girer girmez “Hayrola ağabey?” demişti. “İstanbul’dan mühim bir haber mi var?”

      Çeşmi “Hayır!..” dedi. “Fakat sana bir iş düştü. Baldırıkısa’nın hatırı için biraz da benim işimi yapacaksın.”

      Kör Mahmut’un babalığıyla Baldırıkısa’nın sevgilisi baş başa uzun müddet görüşmüşlerdi. Çeşmi, ne dediyse demiş, genç çocuğu ikna etmişti. Civelek sabahın ilk saatlerinde bir “ulak” kıyafetinde Diyarbakır’a gidecek, Çeşmi’nin imzasız bir mektubunu Vali Nasuh Paşa’ya verecekti. Daireden gaybubetini Hasan tevil edip mesuliyeti üzerine almak da Çeşmi Efendi tarafından deruhte ediliyordu.

      Pek aşikâr idi ki Kuyucu Paşa, Diyarbakır valisinin mühür için hünkâra müracaatını affetmeyecekti. Şimdiden valiyi haberdar etmek, Kuyucu ile onun arasında cereyan edecek çekişmede, vali lehine mühim bir bayram olacaktı. Eğer vali, herkesçe bilindiği üzere, zeki ve cesur bir adam ise kendisini tehdit eden tehlikeye karşı elbette lakayt kalamayacaktı. Zaten Çeşmi, Kuyucu’nun müthiş bir gazap feveranı hâlinde bulunduğunu ve ilk telaki anında tamiri imkânsız bir hata etmesinin katiyen muhtemel olduğunu açıkça yazmıştı. Tabiidir ki Nasuh Paşa, göz göre göre kendisini katlettirmemeye savaşacaktı. İki vezir arasındaki mücadele, “letaif-ül hiyel”le23 iyi idare olunursa Kuyucu’nun mağlup olması ihtimali galip idi. O vakit, Göksün Yaylası’ndaki cinayetin intikamı alınmış ve aynı zamanda şeref ve zevk de temin olunmuş olacaktı.

      Baldırıkısa’nın sevgilisi, meçhul bir maceraya atılmak duygusunun asaba verdiği heyecan arasında seher vakti böyle çıkmıştı. Her menzilde at değiştirme salahiyetini bildiren bir “veziriazam buyrultusu” koynunda, Çeşmi’nin Nasuh Paşa’ya hitaben yazdığı kâğıt da çakşırının ucunda idi.

      Mesafeleri, devlet kuvvetiyle, sanki kısalta kısalta katetmeye memur bir ulak gibi zahmetsizce menzilden menzile yorulmaksızın ve dinlenmeksizin koşan bu gencin, daha üç ay evvel bir odada yedi sipahiye sakilik eden bir civelek olduğunu kimse tahmin edemezdi. O gün, bir kadın duygusuyla âşığına yanaklarını uzatan çocuk, bugün çok büyük bir rol üstlenmiş bulunuyordu.

      Hayatın felsefesinin en büyük istihzası işte buradadır. Her büyük şahsiyet ve her muhteşem eser, tıpkı bir ehram gibidir. Herkes o ihtişamlı abidenin karşısında derin bir hayret ve belki hürmet hisseder.

      Müverrihler, şairler, yazarlar vb. bu muazzam deha eserini asırlarca ve asırlarca takdim ve terennüm eder dururlar. Hiçbir insaflı adam çıkıp da demez ki şu eser, gerçekten muhteşemdir, hayret vericidir ve hatta bir harikadır. Fakat onun taşlarını yontan, geometrik uyumu ile estetik ahengini gözeterek o taşları birbiriyle birleştiren ve hülasa bu abideyi şuraya koyan bir sürü meçhul ameledir!

      Onu şu şekilde yapmak fikri, diyelim ki, tek bir adamın dimağına doğmuştur. Ve plan onundur. Lakin ana rahmindeki embriyo kadar bile, maddeten teressüm ve tecessüm kudretinden mahrum olan o fikrî doğuşa şöyle bir teşhis, şöyle bir billurlaşma, kısaca söyleyelim, el ile tutulacak ve görülecek bir mevcudiyet veren kimdir?

      Acaba rüyaları canlandırmak, hülyalara hakikat rengi vermek kadar yüksek olan bu iddiasız ve pek sessiz emeklerin hiç mi bir kıymeti yoktur?

      Evet, hayatın felsefesine göre her büyük şey bir sürü küçük şeylerin toplamıdır. Herhangi bir binanın küçük küçük taşlardan, tahtalardan, kiremitlerden ve çivilerden mürekkep olması gibi! Her büyük şöhret de muhtelif ebattaki zahmetleri, fedakârlıkları içine çeken ve emen bir varlıktır: Sayısız ırmakları, nehirleri sinelerinde ensap ettiren denizler gibi!

      Tahlil neticesi ve hakikatin ta kendisi olan bu hakemin önünde şiir ve tarih mütemadiyen mahcup olsa yeridir.

      İşte Diyarbakır’a doğru alabildiğine koşan mahut civelek de bir şöhretin ve bir şahsiyetin yıkılıp yerine diğerinin geçmesine hizmet edecekti. Eğer bu teşebbüs sonuç verirse civeleğin ismi veya cismi kale mi alınacaktı? Elbette hayır… Bunlar, bu gibi işleri yapanlar, dülger elindeki çekiç ve terzilerin kullandığı iğne yerindedir. Bunlar olmasa bina ve elbise vücuda gelmez. Fakat yapılan eser üzerinde de kendilerinin hiçbir hizmet hakları mevzubahis olamaz.

      Civelek, süratle istenilen hedefe doğru giderken ordu dahi aheste aheste aynı mahalde mütemadiyen ilerliyordu. Kuyucu’nun her günkü icraatı artık ordu için kabak tadı vermişti. Gelgelelim bu icraat bazen yeni ve işitilmemiş bir şekil alır ve ordu arasında sohbete vesile olurdu.

      Mesela Konya menzilinde Siracoğlu Ahmet Bey’in katli hadisesi, hayli dırıltıya, leh ve aleyhte bir sürü dedikoduya sebep olmuştu.

      Alelade bir Konyalı olan bu adam, köylü Mustafa ismindeki ırz düşmanı bir herifi, bir gün şehrin ortasında, kendi sarığıyla asarak idam ettirivermişti. Asılanın herkesin nefretini kazanan kötü bir şahıs olması, Siracoğlu’nun bu cüretini hem mazur göstermiş hem de kendisini halkın gözdesi hâline getirmişti.

      Ahmet Bey, biraz sonra ikinci bir cüretli hamleyle halkın büsbütün gözüne girdi: Konya şehrini hiç görülmemiş bir rüşvet baskısıyla haraca kesen kadı efendiyi hançerle öldürüverdi!

      Artık Ahmet Bey’in Konya’daki mevkisi, hükûmet kuvvetinin çok üstüne çıkmıştı. Siracoğlu, yalnız Konyalıların değil, komşu mahaller halkının da şikâyetini dinler ve cezalandırmaya lüzum gördüklerinin hemen cezasını tertip ederdi. Bu meyanda Karaman Beylerbeyi Ahmet Paşa’yı da sarayı içinde bütün çoluk çocuğuyla, bütün maiyeti ve hizmetkârlarıyla yakmıştı!

      Kuyucu, Konya’ya gelir gelmez Siracoğlu’nu