M. Turhan Tan

Cehennemden Selam


Скачать книгу

zehirli hokkadan üç çorba kaşığı kadar bal alarak birbiri ardınca paşaya verirken yere düşecek gibi bir hâle gelmişti. Âdeta Kuyucu’nun, mezarından kalkan bir ölü gibi, yattığı yerden kalkarak yakasından tutacağını ve yüzüne tüküre tüküre altı ay evvel Kör Mahmut’a yaptığı gibi, boğazını hınç ile sıkacağını zannetmişti. Hatta bir an boğazında bir baskı bile duydu. Fakat bu baskı, derisine dıştan değil, hançeresinden geliyordu. Sanki içinde ansızın harekete gelen bir el, göğsünü tırmalaya tırmalaya yüzüne çıkıyor ve orada yumruklaşıyordu.

      Kuyucu Paşa, üç kaşık balı vaziyetini bozmadan, yattığı yerde almıştı. Üçüncü kaşığı yer yemez, gözünü hafifçe açmış ve Çeşmi’ye bakmıştı. Belki, “Kâfi!” demek istiyordu o bakış, katilin ta ruhunda bir alev parlatmıştı. Bilhassa şimdi, ne kadar manalaşıyordu.

      Çeşmi’ye öyle geliyordu ki, mezarında ve hatta mahşerde bile Kuyucu’nun o son bakışı kendisinden ayrılmayacak ve onun ruhunda tutuşturduğu kıvılcım, ebediyette de sönmeyecektir.

      Kuyucu’nun işaret edip izin vermesiyle, kendisi ve diz ovuşturan oğlan odadan çıktıktan sonra, paşa sabaha kadar uyumamış, kendi odasında başını eline alarak düşünmüştü. Bu düşünce, belirli istikametlere yönelik değildi, bir fikir perişanlığından ibaretti:

      “Paşa ölmüş!” sayhalarıyla nakibin konağı, zelzeleye uğrayan çardak gibi zangır zangır titremeye başladığı zaman gayriihtiyari dışarı fırlamıştı. İlk hatırına gelen şey, intizamsız bir velvele içinde çalkalanan konaktan savuşmaktı. Sonradan, katlettiğini görmek için benliklerinde tahammül edilemez bir çekim duyan her katil gibi, o da Kuyucu’nun odasına gitmişti.

      Paşa, dört saat evvelki hâlini muhafaza ediyor, yalnız yüzü biraz daha süzülmüş görünüyordu. Sakalında garip bir kıvrılma vardı. Beyaz beyaz kıllar, ateşe gösterilen iplikler gibi garip bir şekilde bükülmüştü.

      Çeşmi, harp ve darba alışkın her sipahi gibi, kana ve ölüme kanıksamışlardandı. Fakat sevdalısına kavuşmak için nikâhlısına zehir veren kadınlar gibi, gecelerin himayesine sığınarak adamı zehirlemek karakterine çok ağır gelmişti.

      Kuyucu’nun cesedine bakarken kendisini âdeta kan tutacaktı.

      Kulağında bir ses uğulduyor, mütemadiyen “Haydi durma, işi senin yaptığını söyle!” diyordu. Görünmez bir el de sanki kendisini bu itiraf için haşince ileriye itekliyordu.

      Cesedin başından uzaklaştıktan sonradır ki aklı başına gelmişti. Binlerce ve binlerce adam boğmuş olan bir insafsızın elinden memleketi kurtarmak, aslında fena bir hareket değildi! Nasuh Paşa gibi koca bir vezir, işte, bu işte kendisine ortak olmuştu. Eğer bir vebal, bir günah varsa ancak yarısı kendisinindi.

      Bu düşünce ile biraz teselli, biraz sükûnet bulmuştu. Gelgelelim Kuyucu’nun cesedi İstanbul’a sevk olununcaya kadar uyku uyuyamamıştı. Ancak ölü, o muhitten uzaklaştıktan sonradır ki gözlerini oyan, beynini ezen yük hafiflemişti.

      Eğer Nasuh Paşa bir suç ortağı değil, adi bir katilden iğrenen bir vicdanlı adam gibi kendisine soğuk davranmasaydı, belki gönlündeki üzüntü büsbütün yok olurdu. Fakat gördüğü muamele, cinayet anından beri, nöbet nöbet asabını saran hummayı tazelemişti. Vücudu acayip titremelerle sarsılıyordu ve ikide bir ellerini başına götürerek “Vah kafa, vah kafa!” diye söyleniyordu.

      Şuursuzca, Diyarbakır kasabasını baştan başa katetmişti. Artık kalenin dağ kapısı önüne gelmişti, ancak o vakit kendisini toparladı. Ve Tanrıbilmez’le Kör Mahmut’u görmek için buralara kadar geldiğini hatırladı.

***

      Çeşmi’nin bir ruhi bunalım içinde Diyarbakır sokaklarını dolaştığı gece, yeni serdar, sayısız misafirlerini savdıktan sonra uyumak için haremsaraya çekilmeye hazırlanmıştı. Yarına ait emirlerini almak maksadıyla huzuruna gelen kethüdasına “Ha, unutuyordum…” demişti. “Bir veziriazam kimseye borçlu kalmaz. Yarın yanına gelecek bir Çeşmi Efendi var. Sipahi bozuntusu bir şey. Kuyucu’yu öldüren işte odur. Güya bana hizmet için bu işi işledi. Mükâfatta gecikmeyelim. Gizlice icabına bakıver. Varsın cehenneme gitsin, paşasına selam götürsün!..”

      4

      “Ya Hay! Ya Mevcut! Ya Hak! Ya Ebed! Ya Kadir! Ya Allah! Hu!..”

      Ahşap ve basık salon, şeyh vekilinin sıtma görmemiş sesiyle birden inim inim inildemişti. Kiliselerdeki “autel”leri andıran mihrabımsı yerde siyah bir koyun postu serili. Duvarlarda cennet-i âlâ ile cehennemi gösteren iki resim asılı. Dört hurma ağacı ile minimini bir havzadan ibaret olan cennet bahçesinde kimseler yok. Fakat cehennemde birer küçük ve siyah gölge şeklinde tasvir olunan günahkârlar fıkır fıkır kaynaşıyor! Zebani olması lazım gelen birçok yılanlar da ateşle ağzına kadar dolu kazanların etrafında kuyruk sallayarak dolaşıyor.

      Meşhur Dante’nin “Cehennem”i, Batı âlemini bir güzellik heyecanına düşüreli belki bir asır olmuştu!.. Doğu’nun ressam namına, fuzuli sahip çıkan nasipsizler ise henüz bu sahada levhalar meydana getirmeye uğraşıyordu.

      Keçe külah üstüne yeşil sarık sarmış, göğsü bağrı açık bir adam, salondaki yegâne sedirin, mahut siyah postun sağ tarafına oturmuş, karşısında halkavari dizilen dervişlere, Vacibülvücut’un yedi ismini saydırdıktan sonra uzun bir “Hu!..” çekerek zikir işaretini vermişti.

      Dirsek dirseğe dokunacak derecede yan yana diz çöken, bu hepsi çıplak ve hepsi başıboş güruh, sağdan sola, soldan sağa doğru sallanmaya başlamıştı. Güya Allah’ın huzuruna azgın çehre ile çıkmak kulluk usulleri cümlesinden imiş gibi her dervişin yüzünde derin bir elem izleniyor ve gözlerin tamamen kapalı bulundurulması manzaraya bir körler meclisi hâli veriyordu.

      Dervişlerin çoğunun, bedenî noksanlıkları vardı. Kimi kel kimi şaşı kimi kambur olup cümlesinin müşterek özelliği kirlilik ve çıplaklık idi.

      İptida, bir saat rakkası gibi, ağır ve mevzun bir ihtizaz ile başlayan zikir, biraz sonra seri ve sar’avi bir ihtilaç hâlini almış, başlangıçtaki keskin “hu”lar gittikçe ne olduğu belirsiz bir iniltiye dönüşmüştü.

      Dervişler halkasındaki ahengi bozabilecek herhangi yorgunluk alametleri şeyh vekilinin derhâl gözüne çarpıyordu. Hüda’nın huzurunda bulunmakla beraber müritlerini gözden kaçırmayan şeyh vekili, böyle hâl vukusunda hemen ayağa kalkıyor, halkayı devreder gibi görünerek o yorgun dervişlere “Ayıp oluyor ha! Yorulmanın sırası değil!..” demek istercesine gizlice bir şeyler fısıldıyordu. Bu temas ve bu ihtar, yorulmaya başlayan dervişleri tekrar ve daha şiddetli surette harekete getirmeye kâfi geliyordu. Her türlü mimari zevkten mahrum, dervişleri kupkuru bir damın altında, güya öbür dünya namına yapılan bu hareketler, hayli uzamış ve nihayet yine şeyh vekilinin, başka bir makamdan çektiği “Hu!..” ile sallantıya son verilmişti.

      Rumiye Şeyhi’nin o sıralarda pek meşhur olan tekkesindeki şu ayin, tam bir zikir olmayıp şeyhin varışına kadar vekili marifetiyle yapılmış basit bir talimden ibaretti. Biraz sonra şeyh efendi gelecek, asıl sallantı o zaman baş gösterecekti.

      Bilhassa bu akşam, ordu erkânından birçok muhterem şahsiyet şeyhin ziyafetine davetli olduklarından onların şerefine tekkenin bütün hünerleri gösterilecekti.

      Gerçekten yaptıkları alıştırma ile hafifçe terleyen dervişlerin terleri kurumuş ve kuvvetleri yerine gelmişti ki şeyhin teşrif etmek üzere bulunduğu haberi ağızdan ağıza yayıldı.

      Şimdi iki yüzden fazla derviş, birbirleriyle yapışık denilecek kadar sıkışık olarak yere