M. Turhan Tan

Cehennemden Selam


Скачать книгу

iken en süfli uzviyetlerinde bir mucizeli hâl tecellisi kuruntu ettirmeye ve bu kuruntuyu keramet şeklinde dillere düşürmeye kalkışanlar vardı. Ne kadar yazık ki bu alçaklık ve sapkınlık bulaşmış rezilce uydurmalara inananlar da eksik değildi!..

      Ruhlar âlemi, şüphe yok, bahtiyar eden bir darbe, nurlu ve karanlıkları gideren bir darbe, bu sefil hayatı tarumar etmeye kâfi geldi ve şimdi biz, o rezaletleri, uzak bir tarih efsanesi gibi yâd ederken, bütün o geçmiş yılların ve asırların ruhundaki hüsrana merhamet hissediyoruz.

      Rumiye Şeyhi atıyla, dervişlerini çiğneye çiğneye, mihrabımsı yerin önündeki koyun postunun kenarına gelmişti. Orda atından inerek derin bir rükûya vardı, birkaç dakika bu vaziyette kaldı. Onun rükûyu terk etmesi, salonda yatan dervişler için bir ayağa kalkma işareti olmuştu. Hepsi birden kalkarak kerametpenahın önünde eğilmişler, eski yerlerine dönmüşlerdi. Metanetli ve sabırlı, yeni bir tehlil sahnesinin açılmasını bekliyorlardı.

      Bu defa şeyhin idare ettiği ayin, pek coşkun bir tarzda cereyan etmişti. O derecede ki, sallanıp sıçramaya idmanlı olan bütün dervişler, sahnenin sonunda dayak yemiş gibi yorgun ve bezgin bir hâle gelmişler ve hücrelerine çekilir çekilmez uyumak zorunda kalmışlardı.

      Şeyhin misafirleri de alışkanlıkları üzere, el öperek dönmüşlerdi. Zamanın azizi ordu erkânına gösterdiği hünerden memnun, harem dairesine çekileceği sırada, karşısına pejmürde kıyafetli bir adamın dikildiğini gördü. Güçlü kuvvetli ve hele gözleri pek parlak görünen bu fakir adamın yanında tek gözlü bir de çocuk vardı.

      Tanrıbilmez olduğunu kolaylıkla anladığımız şahıs, şeyhin elini hürmetle öptükten sonra Kör Mahmut’u ileri sürerek “Öp efendinin elini!” demişti.

      Rumiye Şeyhi, vakitli vakitsiz çok kimselerin ziyaretini kabule alışkındı. İpli ipsiz birçok insanların esrarını dinleye dinleye o zamanki hadiselerin aslına, amellerinden ziyade, vâkıf olmuştu. Gece yarısından sonra karşısına çıkan bu garip kıyafetli adamın da bir sırrı taşıdığını kolayca anlamıştı. Binaenaleyh, azametinden biraz fedakârlık yapmayı uygun gördü ve “Buyurun…” dedi. “Bizim hücreye gidelim.”

      Ayine mahsus o berbat ve çıplak salonun yanında, Acem halılarıyla, rengârenk Hint kumaşlarıyla süslü, küçük ve hoş kokulu bir oda vardı. Sanki şeyh, topraklar üstünde sürünmeye layık gördüğü dervişan ile birlikte geçecek saatlerin meraretini43 tatmin için bu hücreyi itinalarla süslemişti.

      Orada baş başa kalınca Tanrıbilmez, hazin bir talakatle söze başlamıştı:

      “Efendime yalan olmaz. Benim adım Tanrıbilmez’dir. Alnımın yazısını okumuşlardanım. Bugün varsam yarın yoğum. Adımız çıkmış eğriye, dönmez doğruya!.. Senden kendim için hiçbir dileğim yok. Fakat bu çocuk bir yetimdir, babasını ecel aldı. Babalığını da dün akşam, yeni serdar zehir verip öldürmüş. Cesedini, kale hendeklerinde güç bela buldum. Kısasa kısas derler, doğru söz bu! Bizim arkadaş Kuyucu Murat Paşa’yı zehirlemişti, fakat o daha eşeğini cehenneme bağlamadan bizimki de arkasından yetişti. Şimdi tepişip dursunlar! Yeni serdarın yakında onlara kavuşacağını babamın adını bilir gibi biliyorum.44 Buraya ben işte o arkadaşın vasiyetiyle geldim.

      Ölümünden bir gece evvel buluşmuştuk. Bir güzel kavga etmiştik. Biz ahtlaşmıştık, arkadaş hayvanca iş görmüştü. Her neyse, oraları lazım değil. Biçare Çeşmi, sanki ölümünü rüyada görmüş gibi hayıflanıyordu. ‘Tanrıbilmez, sana vasiyetim olsun. Bana bir hâl olursa bizim Kör Mahmut’u şeyh efendiye götür!..’ demişti. İşte ben de getirdim; bu, bir ölünün emanetidir. Ne dilersen yap!”

      Şeyh efendi sükûnetle sormuştu:

      “Ya sen?”

      “Ben kırklara karışıverdim. Allah’ın toprağı geniş. Ya üstünde ya altında elbette yer buluruz.”

      “Peki, bu emaneti kabul ettim. Sana da Hak yardımcı olsun, erenler yardım etsin. Tekkenin kapısı açıktır. Yolun düşerse uğramamazlık etme.”

      5

      KÖR MAHMUT SAHNEDE

      Turla suyu, gazilerin selamlarını Karadeniz’e ulaştırmak için koşuyormuş gibi, telaşla akıyor. Hotin, yaklaşmak istenildikçe uzaklaşan bir serap, siyah bir serap gibi üç kurşun atımı yerde teressüm edip duruyor. Nehrin önündeki ormanlık, gecenin esmerliği içinde yoğun bir mızrak yığınını andırıyor. Güya bu mızraklar, arkalarındaki şehri saldırganlara karşı korumak için yerden fırlayıp, aşılmaz bir set gibi, orada donup kalmıştır.

      Bir avuç asker, alelacele kurulan köprüden Turla’yı, meşhur Din-yester Nehri’ni, ancak akşama kadar geçebilmişlerdi. Köprünün kurulması, toprakların çekilmesi, mevzi alınması, bu küçük öncü müfrezeyi yormuştu. Süvariler, atlarının eyerine kollarını koyarak, piyadeler toprağa omuzlarını dayayarak uyumuşlardı. Onların nehri geçmesiyle beraber düşman da eski mevzisinden çıkarak ormanlığa çekilmişti. Metrislerin belirli noktalarındaki gözcüler, nöbetçiler de yorgunluğa tahammül edemeyerek durdukları yerde gözlerini kapamışlardı.

      Ay, henüz beş günlüktü; endamıyla yıldızlar arasında görünmekten utanıyormuş gibi çarçabuk ufkun arkasına saklanmıştı. Ansızın çıkan boğuk ve titrek birkaç ses, ıssızlığa bürünen siperleri harekete getirmişti. Süvariler atlarına atlıyor, piyadeler baltalarını veya topuzlarını omuzlayarak siperlerinden çıkıyor, paşa çadırında telaşlı gölgeler seziliyordu.

      “Şebhun!..”45

      Sıkılmış boğazlardan son nefes gibi çıkan bu kelime, uğursuz bir sihir nüfuzuyla siperleri altüst etmişti. Şebhun, bu namertçe gece hücumu Türk’ün hiç hoşlanmadığı, daima sakındığı bir hadiseydi. Şebhun yapmak, bir sokak köşesine saklanıp kendi hâlinde yoluna giden dalgın yolcuya çullanmak gibi bir şeydi. Türk’ün yüksek, çok yüksek yaratılışı bu tür harpten iğrenirdi.

      Dinyester Nehri’ni, gizli bir noktadan dolaşarak bu minimini müfrezenin karargâhına giren bin kadar düşman askeri, ilk hamlede beş on neferi şehit etmişlerdi. Uyku sersemliğinden kolayca kurtulan gaziler, artık taarruza geçmeye başlamıştı. Karanlıkta dostun dostu öldürmemesi için parolalar sık sık tekrar ediliyor; her ses, yere düşmüş bir bulut gibi gürlüyor; kılıçların, palaların mütemadiyen oynaması, o sahnede yüzlerce ve yüzlerce beyaz şimşeklerin parıldadığı zannını uyandırıyordu.

      Düşman, ilk ağızda, aczini hissetmişti. Fakat geldiği gibi dönmek elinde değildi. Kediler arasına düşmüş sıçan yavrusu gibi, bir kurtuluş deliği bulmak için didiniyordu, ta can evine nüfuz eden amansız pençelerden korunmak için boğazlanan bir hayvan gibi uğraşıyordu.

      Şafak sökerken mücadele bitmişti! Çünkü ortada kesilecek baş kalmamıştı.

      Silahlardan damla damla süzülen kanları, mendilleriyle, memnun ve neşeli bir hâlde silen asker, şimdi ellerindeki başları otağ-ı hümayuna götürerek alışılmış olan bahşişi alacaklardı. Her nefer, sırtında iki veya üç baş, köprüyü geçmeye başlamıştı.

      Kanun-ı Kadim,46 her baş için iki ve her dil için47 dört küçük altın verilmekti. Bugün, şebhundan kurtulan gaziler, mahut otağa yaklaştırılmayarak, kelle başına minimini bir altınla geri çevriliyordu.

      Yeni bir zaferin verdiği gurur ile heyecanlanan müfreze, bu bahşişten ve özellikle gördükleri soğuk muameleden