M. Turhan Tan

Cehennemden Selam


Скачать книгу

toplara yelken takarak yürütmesi, Kör Mahmut için, on dört günlük ayı bir işaretle iki parça etmek kadar büyük bir harika idi. Ya Turgut’un, Cerbe Adası’nda kuşatılmışken limandaki gemilerini kızakla adanın diğer bir noktasına taşıtarak pupa yelken denize açılması ve kuşatan donanmayı arkadan sararak perişan etmesi ne mühim vakadır?

      Kör Mahmut işte bu harp azizleri gibi harikalar yapmak istiyordu. Bazen kollarına bakar, pazılarını okşar, bu pazılarla Kafdağı’ndaki ejderhaları bile yenebileceğini, kendi kendine temin ederdi. Ancak şu tekke hayatından kurtulup serbest ovalara, misafirperver dağlara kavuşmak lazımdı.

      On sekiz yaşına geldiği zaman, şeyhin elini öpüp seyahat için izin almak istedi. Fakat şeyh, “Henüz erdir, vaktini biz biliriz!” cevabını verdi. Şu kadar ki Kör Mahmut’u o günden sonra hareketlerinde tamamıyla serbest bıraktı. Artık o, dilediği gibi geziyor tozuyor, günlerce ortadan kayboluyor, ufak tefek maceralar geçiriyordu.

      Bu cümleden, bir gün ta Harput’a kadar çıkmıştı, küçük bir orman kenarında atından inerek hafif bir şekerleme yapmak istemişti. Ansızın iri boy bir ayı ile karşılaştı. Aç mahluk iki ayağı üstüne kalkarak ve dişlerini göstererek saldırmıştı. Kör Mahmut, pervasızca hançer çekmeye lüzum görmeden bu saldırıyı kayıtsızca karşılamıştı; dağların korkunç hükümranıyla Kör Mahmut’un çekişmesi, belki dakika bile sürmemişti. Zavallı ayı, Beni Âdem’den olan hasmının kolları arasında boğulup gitmişti.

      Yine bir gece, yorgun argın, bir han kapısına gelmişti. Hancı, gece yarısı gelen bu nidüğü belirsiz yolcuya kapıyı açmak istememişti. Bunda da hakkı vardı. Çünkü o devirde yollar haydutlarla dolu idi, her orman “Kırk Harami” saklardı. Kör Mahmut, hancının bu soğuk muamelesine tahammül edemedi. Kapı önünde tesadüf ettiği büyük, son derece büyük bir direği alarak, geri geri çekildikten sonra, hanın kapısına indirdi. Kale methallerini andıran o kalın kapı, bir tek darbe ile tarumar olmuş ve hancı, Kör Mahmut’un üzengilerine kapanmak suretiyle kendini müthiş bir dayaktan kurtarabilmişti.

      Tekkenin en cüsseli dervişlerini bir eliyle baş üstüne kaldırır ve ayin salonunu defalarca devrettikten sonra, zerrece yorgunluk göstermeksizin yine yere bırakırdı. Okla, harbeyle, ciritle birkaç kalkan deler, bir öküzü bir kılıçta ikiye bölerdi.

      Süvarilikte öyle bir meleke peyda etmişti ki, ciride çıkarken üzengilerine birer küçük altın kor, üç saatlik bir oyundan sonra atından indiği vakit o altınların konulduğu gibi durduğu görülürdü.

      Bütün bunlar, Kör Mahmut’u Diyarbakır havalisinde maruf bir şahsiyet hâline getirmişti. Bu şöhret yavaş yavaş komşu vilayetlere de yayılıyordu. Kâh Ayıboğan kâh Kapıkıran lakabıyla anılırdı. Fakat Kör Mahmut unvanı ona bütün diğer lakaplarından daha sevimli gelirdi. Çünkü babalığı Çeşmi Efendi’den dinleye dinleye körlüğünün, ne yaman bir zulüm eseri olduğunu anlamıştı ve kendisinin ölüp de tekrar dirilmiş bir mahluk bulunduğunu pekâlâ biliyordu. Bakış nurundan mahrum gözünü, devletlilere karşı açılmış bir intikam işareti sayardı.

      Yirmi yaşını bulunca yine şeyhten izin istemişti. Diyarbakır sipahileri, zaimler, ilan olunan harp dolayısıyla alay alay Rumeli’ye gidiyorlardı. Birçok gönüllü de bu asker zümresine karışıyordu. Şimdiye kadar tuz ve ekmek hakkı gözeterek şeyhi pek de kırmak istemeyen Kör Mahmut, bu fırsattan mutlaka istifade etmeyi kurmuştu. Rumi-ye Şeyhi de izin alsın almasın, coşkun delikanlının bu harbe iştirak edeceğini şüphesiz anlamıştı. Binaenaleyh rıza yüzü göstermeye mecbur kalarak, “Peki…” demişti. “Yüzün ak, kolun kuvvetli olsun. Bana armağan getirmeyi unutma.”

      Aynı zamanda uzun uzun dokunaklı dualar okuyarak, Kör Mahmut’un yüzüne gözüne üflemiş, boynuna da bir muska asmıştı.

      Kör Mahmut, şeyhin hediye ettiği safkan bir Arap atına bindikten, silahlarını da aldıktan sonra bir sipahi kafilesi arasında yola çıkmıştı. Daha tekkeden üç adım uzaklaşmamıştı ki boynundaki muskayı, bir sürü tavuk ve horozun çöplendiği bir yığın üzerine atmıştı! O, görmek istediği büyük işlerin şerefinden muskalara falan hisse ayıracak yaradılışta değildi. Hareketlerinin iyiliği, fenalığı, zevki ve elemi özellikle kendisine ait olmalıydı.

      İşte bu zihniyetle ve sonsuz bir arzuyla Hotin önlerine kadar gelmişti. Düşmanların yaptığı şebhun, kolunu ve palasını dilediği gibi oynatmaya parlak bir vesile olmuştu. Fakat erkekliğinden, bedenen ve ruhen, nasibini almayan bir kara köle, bu ilk gazanın zevkini bozmuştu.

      Şimdi nereye gitmeliydi?

      Bu sorusuna güya bir cevap ister gibi, uzun uzun nehre bakıyordu. Kıvrım kıvrım durmayıp akan bu geniş, ak su, herhangi bir yolcu için şaşırtmaz ve şaşırmaz bir rehber oluyordu. Onun nağmesini dinleyerek, silinmez izine göz dikerek Karadeniz’e kadar gidebilirdi. Fakat çeşit çeşit macera arayan bir Kör Mahmut için, kılavuz peşine takılmak mümkün değildi. O, kendi hesabına uygun bir yer, bir diyar arıyordu. Derin derin düşündü. Sola at kırıp Kırım’a mı, sağa dönüp Karpatlar üstünden Peşte’ye mi, yoksa Prut’tan geçerek Buğdan içinden Tuna’ya mı yönelmek uygun olacaktı? Bu ciheti bir türlü kestiremiyordu.

      İstanbul’dan gelirken Silistre, İbrail, Kalas, Yaş yolunu takip etmişlerdi. Bu uzun yolculuk müddetince, bütün o civarın bir süvariye yarayacak otlaklarını, geçitlerini bilenlerden dinleye dinleye öğrenmişti. Zaten senelerden beri, şifahi bir harita takip eder gibi, Rumeli topografyasını yüzlerce ağızdan dinlemişti. Meriç nedir, Tuna nasıldır, Eflak neresidir, Buğdan nasıl bir memlekettir, Temaşver ne çeşit yerdir, Budin nerededir, bütün bunları, rüyalarında ayrı ayrı görmek şartıyla, âdeta bellemişti.

      O asırda Türk’ün ismi, cihan metası bir pasaport hükmünde idi. Ne vize ne kontrol!.. Bugün adetleri düzineleri geçen devlet sınırları, devlet sınırları namı altında özellikle Orta ve Güney Avrupa’da yer yer çizilen gözetleme noktaları, o zamanlar, Türk için meçhul idi.

      Yaya ve süvari her Türk, üç kıtanın en büyük nehirlerinden istediği kadar su içer, Rodoplardan Pirenelere, Alplere, Urallara kadar bütün o Eflak’e kafa tutan dağların kendisine boyun eğmiş ve bağlanmış bir hâlde, geçit verdiğini görürdü. Karadeniz’de yalnız Türk bayrağı dalgalanır, Akdeniz, Kızıldeniz, hatta okyanuslar, o mübarek bayrağın önünde coşmaktan çekinir, çekinir; türlü tehlikelerini, dalgalarını göğüslerinde saklarlardı.

      Kör Mahmut hangi tarafı takip edeceğini bir türlü tayin edemiyordu. Her taraf kendisi için birdi. Bir at, bir mızrak olduktan sonra nerede olsa kendini tanıttırırdı; kılıcını öptürür, karnını doyururdu. Elverir ki gideceği yerlerde at oynatacak meydan bulunsun!

      Nihayet işini atın görüşüne bırakmaya karar verdi. Hayvanın dizginini kastıktan sonra “Hop! Hop!” nidasıyla onu başıboş salıverdi. Sipahilerce bu bir nevi eğlence idi: Atlarını öyle kendi hâline bırakırlar ve onların, güzel terbiye görmek neticesi olarak, devamlı çark yapmaları, düşman kovalar gibi yıldırım süratiyle ileri atıldıktan sonra, vazifelerini muvaffakiyetle yapmış gibi, yavaş yavaş geriye dönmelerini tatlı tatlı seyrederlerdi. Şimdi Kör Mahmut da atını böyle bir oyuna sevk etmişti. Hayvan, ilk hamlede hangi tarafa koşarsa Mahmut da o tarafa gitmeyi kabul edecekti!

      Filhakika at, önce şahlanarak bol bol kişnemiş, sonra ayakları üstünde birkaç kere dönerek garbi güneye doğru koşmaya başlamıştı. Bu, Buğdan yoluydu.

      Kör Mahmut, atının verdiği hükmü kabul etmiş, güneybatıya doğru yol almaya başlamıştı. Artık akşam da olmuştu. Tarlalar, gecenin esmerliği içinde kirli ve delik deşik bir kilim parçasına benziyordu.

      Engin yolların