M. Turhan Tan

Cehennemden Selam


Скачать книгу

varacaktı. Artık çoban ağılları, ekili tarlalar, çayırlar sıklaşmıştı. Mahmut, bir ağılın önünde durup bir bardak su istedi. Tıpkı iki gün evvel gecelediği ağıldaki kızlar gibi bu ağılda da sarı saçlı, mavi gözlü, pişkin ve yetişkin kızlar, yiyici gözlerle kendisini karşılamışlardı. Kör Mahmut, taze, yabancı ve niyaza alışkın görünen bu manalı gözlere daima kapalı gözle bakıyordu. O, ağılın etrafında kaynaşan domuz yavrularını seyre dalmıştı. Bunların arasında iki üç tane de küçük çocuk dolaşıyordu. Hayvanlarla dudak dudağa, kucak kucağa sürünen bu çocukların üzerinde kirli bezden birer kısa gömlek vardı, her tarafları açıktı. Tarif edilemez bir pislik içinde, şen şakrak, oynaşıp duruyorlardı. Bunlardan biri hazin bir noksanlık ile hastalıklıydı. Yumurtalıkları büyük bir torbaya benziyordu. Kör Mahmut, çocuğun bu hâlini görünce acıdı. Ne kızlara ne ağıl sahibine bir şey söylemeye, atından inmeye lüzum görmeden eğilip çocuğu kucağına çıkardı. Tıpkı bir doktor gibi, çocuğun bacakları arasındaki torbayı inceledi. Bu şişkinlik alelade bir su birikintisiydi. Henüz irin toplamamıştı. Bunu anlar anlamaz, gem ve eyer tamirinde kullanılan türden bir sivri iğne çıkararak derhâl bir küçük ameliye yaptı.

      Şimdi iğnenin deride açtığı yerden bulanık bir su sızıyor ve çocuğun hastalıklı uzvu, tabii şeklini almaya başlıyordu!

      Ağıl halkı, Kör Mahmut’un çocuğu okşamak için kucağına çıkardığını zannetmişlerdi. Onun böyle bir ameliye yapmaya kalkıştığını görünce vaveylayı koparmışlardı. Kör Mahmut, gürültülere ehemmiyet vermeyerek işini bitirdi. Ameliye yapılan yerde bir şey kalmayınca çocuğu yere bıraktı.

      “Siz ne aptal adamlarsınız!” dedi. “Elimi öpecek yerde bana diş gösteriyorsunuz. İnsan yavrusunda bu kadar yumurtalık olur mu hiç? Âdemoğlu dediğin tertemiz olmalı.”

      Kör Mahmut’un tekke hayatından edindiği yegâne zevk, bu cerrahlıktı. Dervişler arasında bu işle uğraşanların ameliyelerini takip ede ede kendisinde de cerrahlık için büyük bir heves uyanmıştı. O zamanlar uyuşturmak, dezenfektan maddeler kullanmak usulü henüz keşfedilmemişti. Ustura, iğne, kerpeten, bir cerrah için kâfi idi. Kloroform yerine, kalın ipler ve sağlam pazılar kullanılırdı. Ameliye yapılacak hasta ya sımsıkı bağlanır yahut birkaç kuvvetli şahsın zoruna bırakılırdı. Bir göğüsten, bir omuzdan mesela bir ok çıkarmak, tıpkı bir atın nallarını sökmek gibi kerpetenle yapılırdı. Koku giderici ilaçların yerinde ise hazreti baht hüküm sürerdi. Yaranın kangren olmaması cerrah için bakmayı gerektiren noktalardan değildi. O, baht işidir!

      Kör Mahmut, yolculuğun can sıkan ritmini işte bu gülünç meşgalelerle gidermiş oluyordu. Aynı zamanda yaptığı işlerden memnun kalıyordu. Kendi inancınca, bu iki ameliye, insanlığa bir tür hizmetti. Birincisiyle, talihsiz bir kadını tüyler ürpertici öpüşlerden kurtarmıştı, ikincisiyle de minimini bir yavruyu gelecekte “hadım” kalmak tehlikesinden azat etmişti.

      İyilik sokağa atılsa kaybolmaz! Kör Mahmut bu sözü, bir hakikat olarak kabul ediyordu ve elinden geldiği derecede iyilik etmeyi, -yerinde fenalık etmek kadar- insani bir vazife tanıyordu!

***

      Yaş kasabası o zamanlar şimdikinden daha meşhur idi. Bugün medeni bir şehir, ticari ve hatta yarı sınai bir merkez olan bu büyük memleket, hikâyemizin cereyan ettiği tarihte kuzeyden, kuzeybatıdan, güneyden aralıksız akıp gelen orduların ağırlık merkezi olmuştu. Buğdan, Türk için bir vilayet değildi, müstemleke hiç değildi. “Uç” denilen serhat eyaleti hâlinde de idare olunmazdı. Oraya İstanbul’dan, voyvoda namı verilen bir bey gönderilirdi. Bu bey, genellikle, Fenerli idi. Bazen bir “saki-i kadehkeş”, bazen bir kasap çırağı bu emîrlik mevkisine yükseltilirdi. Merkezî hükûmete belirli bir vergi veren, Belgrat’ta toplanan ordulara erzak ve nakliye hayvanları gönderen bu beyler, Buğdan memleketini istediği şekilde idare ederlerdi. Boyar denilen Ulah âyanı, voyvodanın yönetimde sağır ve dilsiz birer muavini mertebesinde idiler. Voyvodaların hemen üçte ikisi Türklüğe ihanet etmiştir. Bu herifler, devletin haricî ve dâhilî bir buhranla karşılaştığını görür görmez isyan bayrağını çekmekte asla tereddüt etmemişlerdir. Esasında daima ve daima ezilmişlerdir. Fakat binlerce ve binlerce Türk’ün de boş yere heder olup gitmesine sebebiyet vermişlerdir.

      Kör Mahmut, Yaş Kalesi’ne ait maceraları, kulak dolgunluğuyla bilirdi. Bu kale için can feda eden Anadolu sipahilerinin hikâyelerini defalarca dinlemişti. Beş on gün evvel Hotin’e giderken kaleye girmemişler, açıkta gecelemişlerdi. Şimdi şu dillere destan olan kaleyi bir iyi seyretmek istiyordu. İç kaledeki helezoni yol hakkında da hayli şeyler işitmişti, o yoldan inip çıkmanın zorluklarını söyleyip durmuşlardı.

      Kör Mahmut, sefil kulübelerden, mezbelemsi evlerden ibaret olan kale varoşunu doludizgin geçtikten sonra, doğru iç kaleye yönelmişti. Hendek üzerindeki ağaç köprü başında bir an durur gibi oldu. Çünkü herhangi bir kaleye atla çıkmak kurala aykırı idi. Fakat bu tereddüdü uzun sürmedi, atını kaleye doğru hareket ettirdi.

      Yol hakikaten geçmesi zor idi. Zikzaklar birbirini izliyordu. Sanki kale, bir külçe toprak içine konulmuştu. Bu külçenin açılan her hattını diğer bir hat ve onu, bir diğeri takip ediyordu. Piyadelerin güçlükle çıkabileceği bu binbir dönemeçli, dar ve dik yolu, Kör Mahmut atıyla pervasız çıkıyordu.

      Kalenin üstüne yaklaştığı sırada, dizdarın gümbürtülü sesi işitildi:

      “Bre ağa, aşağıya in! Piyade yürü! Hünkâr kalesidir, atla çıkılmaz.”

      Kör Mahmut atını mahmuzlayarak cevap verdi:

      “O dediğin köleler içindir; helal süt emenler her yere çıkar!”

      Koca dizdar namıyla asker arasında şöhret bulan kale muhafızı, bu cüretkârın işine parmak ısırıp kalmıştı. Fakat hiddetini birdenbire açığa vurmaktan çekiniyordu. Çünkü “Bu, bizzat hünkâr olmasın!” diye şüpheye düşmüştü. O devirlerde kaleye atla çıkmak kimsenin kârı değilken bu genç adam hem çıkmış hem dizdara çıkışmıştı.

      Kör Mahmut, ihtiyar dizdarın için için neler düşündüğünden habersiz, kalenin zirvesine kadar yükselmişti. Oradan bütün Yaş kasabasına uzun bir bakış atfetti. Sokaklar birbirini kucaklamış gibi dar ve intizamsız; evler, yükseklik kavramından ürkmüş gibi alçak görünüyordu. Kiliseler bile, ihmal edilmiş, bir mezar üstündeki haçlar gibi, toprak seviyesine yapışmıştı.

      Kör Mahmut, bir an için, gönlünün kanadığını duydu. Tebriz nerede, Yaş neredeydi? Türk’ün birbirinden tabiaten uzakta bulunan bu iki nokta arasında tek-renk ve tek-ahenk bir temas, bir münasebet, hatta bir kardeşlik tesisi için yıllarca didinmesindeki mana neydi?

      Bu soruya zihnen cevap veremiyordu. Yalnız kusursuz bir idrak ile anlıyordu ki bir Anadolu kasabasıyla Yaş arasında küçük bir benzeyiş, zerre kadar bir andırış yoktu. Diyarbakır’ın, Harput’un, Konya’nın ve bütün Anadolu şehirlerinin taşında, toprağında Türk’e candan selam verir, tatlı yüz gösterir gibi bir hâl vardır. Hâlbuki Yaş, işte somurtkan ve hoyrat bir yabancıya benziyordu.

      Şimdi atını yüz geri etmişti. Koca dizdar, kendisine bir kelime bile söylemeden dönmeye başlayan süvarinin mahiyetinden gerçekten şüphelenmişti. Demek ki bu genç, dizdarlara falan söz söylemeye tenezzül eden takımından değildi. O sırada Hotin önünde bulunan hünkârın kıyafet değiştirip kendini tanıtmayarak Yaş’a gelmesi pek de imkânsız değildi. Eğer öyle ise şimdi hünkâr, müthiş bir tehlikeye maruzdu. Değme süvarinin gösteremeyeceği bir cüretle, kalenin dar ve karışık yolunu atla çıkmıştı. Fakat o yolu, tepesi aşağı inmek, göz göre göre tehlikeye düşmekti. Alelade inişlerde bile yaya yürümek bir kaide iken işte, genç süvari,