M. Turhan Tan

Cehennemden Selam


Скачать книгу

bir eteğinde, yüksek ve korkunç bir taş kümesi, bu meşhur mağarayı saklıyordu.

      Mağara civarına gelir gelmez Kör Mahmut, bir nara çekip o kuş konmaz taşlara at sürecekti. O derece heyecanlıydı. Fakat ihtiyar Doğan itiraz kabul etmez bir tavırla, delikanlıyı ihtiyata davet etti:

      “Bana bak oğlum! Mertliğin de derecesi var. Taşlara at sürmeden bir şey çıkmaz. Bir kurşunla yedi ceddine kavuşursun. Atı şu herife ver, açıkta dursun. Sen şurada pusuya yat, yalnız okluğunu al. Ben silah milah istemem, yapacağımı bilirim.”

      Müteakiben, taşlar arasında bulabildiği çalı çırpıyı yuvasına yem götüren bir karınca sessizliğiyle, mağara girişine taşımaya başladı. Derin, hayli derin olan mağaranın girişi nihayet müsaitti. Yedi haydut her türlü takip endişesinden azade oldukları için ağır bir uykuya dalmışlardı. Baba Doğan, alışkın bir elle girişe yığdığı çalı çırpıya artık ateş vermişti. Yoğun bir duman, yavaş yavaş mağaranın içine yayılmaya başlamıştı.

      Kör Mahmut, ihtiyar yeniçerinin kendisini pusuya yatırmasına kızmıştı. Fakat onun mağarayı dumanladığını görünce işi anlamıştı. Yılanı kovuğundan, ayıyı ininden çıkarmak için kullanılan bu usul, tam yerinde tatbik olunuyordu. Şimdi Baba Doğan da gelmiş, Kör Mahmut’un yanına yerleşmişti. Büyücek bir kaya parçası kendilerini saklıyor, mağara girişini güzel bir nişangâh hâlinde karşılarında açık bulunduruyordu.

      “İhtiyarın yardımı bu kadar olur. Şimdi himmet senin. Deliğinden çıkanı mıhla!” diyordu.

      Çok geçmeden, mağaranın ağzından telaşlı bir baş görünmüştü. Bu, ateşleri çiğneyerek dışarıya atılmıştı. Fakat temiz bir hava alıp da sersemliğini gidermeden Kör Mahmut, oyun oynar gibi, çıkanların her birini “Şu ağzına!”, “Bu alnına!” diye tekerliyordu.

      Mağarada kalan dört haydut, mühim bir kuvvetin kendilerini sıkıştırdığına ve kıstırdığına hükmettiklerinden teslim olmaya karar vermişlerdi. Bir tüfek namlusunun ucuna beyaz bir mendil sararak girişten dışarı uzatmışlardı. Baba Doğan “Herifler vireye61 düştüler. Sen yerinde dur, ben onları toparlayayım.”

      Doğruca girişin önüne giderek bağırmıştı:

      “Birer birer çıkın! Ben emir vermedikçe çıkmak yok! Gelsin bir.”

      Çıkan haydudu, kendi sarığıyla hemen bağlamıştı.

      “Gelsin iki!”

      Bir çarık içinde dört haydut elleri bağlı kayalardan aşağı indirilmişti. Herifler bütün bu işlerin bir ihtiyarla bir kör delikanlı tarafından yapıldığını görünce müthiş bir küfür savurdular. Ne çare ki iş işten geçmişti.

      Kör Mahmut, Baba Doğan’a soruyordu:

      “Bunlara ne ceza verelim. Hüküm senindir. Dilersen arkadaşlarına kavuşturalım. Dilersen kulaklarını filan kesip bırakıverelim.”

      “Eman verdik, bozamayız. Peşimize takıp Kalas’a kadar götürelim. Orada kale dizdarına teslim ederiz.”

      “Bir iki çırpıştırmak da mı yok?”

      “Hayır! Ne sille ne tekme. Er olan, leşe yumruk sallamaz. Eli bağlı bir adamın laşeden ne farkı var?”

      Kör Mahmut, Baba Doğan’ın fikrini isabetli görmüştü. Zaten yapılan işin şerefi yeniçeriye aitti. Herifleri dumana boğup sersem tavuk gibi kümesten dışarıya çıkartan o idi. Eğer bu tedbire tevessül edilmese Kör Mahmut doğruca mağaraya dalacaktı. Artık diri çıkar mıydı orası meçhuldü.

      “Peki babalık, şimdi şu çıplak herifi giydirelim.”

      Soyulan adam, her biri bir kır aslanı gibi kendisini yıldıran o heybetli çeteyi öyle tarumar görünce alıklaşmıştı. Gözüne inanamıyordu. Kör Mahmut “Öküzlük…” dedi. “Galiba ayağa kalktı. Öp Baba Doğan’ın elini. İşte aslanlar, tilkilere kuyruk titretmeyi bilirler. Yazık ki sen kedi doğmuşsun. Neyse, yediğin sopayla çektiğin korkuyu işte biz ödüyoruz. Mağarada ne bulursan senindir. Katırlarını da ara bul.”

***

      Baba Doğan’la Kör Mahmut’un Tuna boyuna kadar yolcukları vukuatsız geçti. Emekli asker ne Kalas’ta ne İbrail’de bir para tahsil edemedi. Oralarda beyhude yere günlerce oturmuşlardı. Kimse borcunu kabul ve ikrar etmiyordu. Voyvodanın kendilerine Doğan namına para vermediğini söylüyorlardı.

      İhtiyar yeniçeri, gerçi aldırış etmiyor görünüyorsa da fena hâlde üzülüyordu. Şimdi Yerköy’e gidip kadıya dert yanacaktı.

      Kör Mahmut, Baba Doğan’dan çok hoşlanmıştı. Onun öyle tekerlemeleri, öyle hikâyeleri, geçmişe ait öyle bildikleri vardı ki dünyanın bir ucuna gidilse insanın sıkılmak imkânı yoktu. Beş yaşından altmış beş yaşına kadar ocakta bulunmuştu. Devşirmelikten ancak kademeli neferliğe yükselme hakkı bahşeden bu altmış beş sene, şu uzun zaman, Baba Doğan için çok faydalı geçmişti. Türk toprağını karış karış biliyordu ve o toprağın her parçası bir hatıraya malikti.

      Kör Mahmut, bu büyük bilgi önünde kendinin ne kadar boş bir kafaya sahip olduğunu anlayarak yavaş yavaş küçülmüştü. Baba Doğan, ayaklı kütüphane gibi bir şeydi. Bazen kendisi de kafasında kaynaşan hatıraların bolluğunu düşünür, tuhaf bir övünmeye düşerdi.

      “Çok gördük çok! Yetmiş iki milletin suyu, huyu Anadolu türlüsü gibi başımın içinde kaynaşıyor. Ben bütün bu milletleri elimde silah ve ellerinde silah, kendi memleketlerinde gördüm, tarttım ve tanıdım. Fakat sonu? İşte bak, diyar diyar rızık arıyorum.”

      Yollarda hayli oyalanmışlardı. Mevsim kışa doğru meyletmişti. Artık acele etmek lazımdı. Tuna kıyısını takip ederek Yerköy’e gelmişlerdi. Ayaklarının tozuyla kadıyı görüp dertlerini anlatmışlardı. Fakat Kör Mahmut’un tahmini gibi, cevabı olumsuz almışlardı. Artık müteveffa voyvodanın verdiği defteri rafa asmaktan başka bir çare kalmamıştı.

      Baba Doğan, faizciliğin şer doğurduğunu iyiden iyiye anlamıştı. Ne kadar ince hileler bulunup da kitaba uydurulsa bu işin sonu yine berbat çıkıyordu. Elleri boş İstanbul’a döndükten sonra, el eliyle para işletmeye tövbe etmek, biraz geç kalmış bir uyanış olacaktı. Fakat zararın neresinden dönülürse yine kârdı.

      Baba Doğan bu azimle, Kör Mahmut da İstanbul’a geçmek şevkiyle bir gün seher vakti, sal üstünde, Tuna’yı geçmeye başlamışlardı. Tuna, yürüyen bir deniz gibi engin ve coşkun akıyordu. Büyücek bir salon genişliğindeki sal, at ve insanla karmakarışık dolmuştu. Yanlış bir manevra, gizli bir kaya, ani bir dalgalanma bu sal yolcularını Karadeniz’e ve hatta kara dünyaya kadar götürebilirdi. Baba Doğan, dalgın dalgın Tuna’ya bakan gözlerini birden kaldırarak “Mahmut!” demişti. “Bizim buradan bir geçişimiz var. Şimdi hatırıma geldi de tüylerim diken diken oldu. Bilmem Voyvoda Mihal’i işittin mi? Tam yirmi yedi yıl oluyor. O Allah’ın belası da isyan bayrağını kaldırmıştı. Eflak beyi olduğu için Bükreş’te oturuyordu. Benim gibi faiz peşinde gezen, nasılsa Bükreş’te yerleşip kalan ne kadar Türk varsa defterini yaptırmış, bir gün bütün bu dertlileri toplatarak ateşe attırmıştı. Arkasından bu Yerköy’ü basarak dört bin Türk’ü de burada yakmıştı. Öldükten sonra bir de yanmak! Düşün, ne fena şey… Mihal’in muharebede bahtı yaverdi. Üstüne gönderilen serdarı da bozguna uğratmıştı. Korkak vezir, Niğbolu’da bozulup kaçarken kavuğunu, şalvarını, kürkünü filan da çadırda bırakmıştı. Mihal bu eşyayı ele geçirince büyük bir şenlik yaptı. Bir karıya serdarın elbisesini, kavuğunu giydirdi. Sokak sokak gezdirerek,