M. Turhan Tan

Cehennemden Selam


Скачать книгу

eğlene aşmışlardı. Edirne’ye bir günlük yol kalmıştı.

      Öteden beriden tatlı tatlı konuşarak giderlerken, bir derbent ağzında ansızın karşılarına bir süvari dikildi. Yolkesen bir vaziyet aldığı için, Kör Mahmut hemen kılıcına el attı. Pek genç görünen meçhul süvari “Yiğidim!” dedi. “Her tene kılıç işlemez. Onu kınına koy, burası bizim yurdumuzdur. Yaz kış, bu boğazın rüzgârına göğüs veriyoruz. Her geçen bize baç vermeli ki zahmetimiz ödensin. Senden de şu atı, süslü kılıcını isteriz. Gönül hoşluğuyla bunları bırak, arkadaşın gibi yaya yoluna git.”

      Bu konuşmasını tuhaf bir ıslıkla bitirmişti. Süvarinin ağzından o garip ses çıkar çıkmaz derbendin gizli bir noktasından dört süvari daha peyda oluverdi. Baba Doğan iki elini kalçalarına koyarak düşünüyordu. Kör Mahmut kıpkırmızı kesilerek kılıcını çekmişti:

      “Bire beş mi? Çok az. Daha yok mu yardakçınız? Çağırın onları da gelsin. Koca Boğaç yahu!”

      Bu nispetsiz kuvvetler arasındaki mücadele, az geçmeden kanlı bir renk aldı. Derbentten çıkanlar, hareketli ve kuvvetli adamlardı, Baba Doğan’a aldırış etmeyerek Kör Mahmut’u dört taraftan sarmışlardı. Mağrur delikanlı, keskin kılıçlardan müteşekkil tehlikeli bir çember içine girmişti. Kendisini müdafaada gerçi mertçe bir iktidar gösteriyordu. Lakin heriflerin saldırısını kırmak imkânı görünmüyordu. Bir an, elindeki atın çevikliğinden istifade ederek düşmanlardan birinin üzerine atılmıştı. Göz açıp kapayıncaya kadar geçen bir sürede gönderdiği bir darbe herifin kılıç tutan kolunu kesip atmıştı. İşte bu muvaffakiyet, vaziyetin ani bir değişime uğraması sonucunu verdi. Çünkü kolunu ve kılıcını kaybeden süvari, attan yıkılırken, Baba Doğan seri bir hamleyle kılıcı almış ve ikinci bir süvarinin atını göğsünden yaralayarak yıkılmak zorunda bırakmıştı. Yaralı at, yıkılırken süvarisini altına düşürmüştü. Ayağı kayan üzengilere bağlı kalan süvari, yaralı hayvanın ağırlığı altında yarı ölü bir hâle gelmişti.

      Baba Doğan’ın bu müdahalesi üzerine saldırganlar ona da saldırmak mecburiyetinde kalmışlardı. İlk hücumu gösteren süvari, yine mahir bir darbe ile hayvanın ön ayaklarının doğrandığını gördü; ikinci bir darbe, yaya kalan bu süvariyi yokluk diyarına göndermişti. Kolu kesilen herif, hesaptan hariç kaldığı için, şimdi kuvvetlerde nispet hasıl olmuştu. İki saldırgan, iki müdafi! Gerçi müdafilerin biri yaya idi, fakat süvariden daha yamandı. Artık Kör Mahmut’a da meydan açılmıştı. Çetenin reisi görünen genç çehreli süvariyi hedef tutarak atını sürmüştü. Süvari kılıcını kullanmaya zaman bulmadan eyerinden ayrılmış, Kör Mahmut’un kucağına çıkmıştı. Geri kalan tek saldırgan, artık kararı kaçmak yönünde değiştirmişti.

      Kör Mahmut kucağındaki tutsağı, bir piliç boğar gibi öldürecekti. Bu azim ile boğazını da sıkmaya başlamıştı. Lakin herif “Er kişiye kadın boğmak düşer mi? Ben avradım!” diye mırıldanmıştı. Kör Mahmut, bu itirafa şaşırıp esirinin boğazını bırakarak atından aşağı fırlatmış, kendisi de inmişti.

      Baba Doğan, o aralık yaralı atın altında inleyen şahsı çıkarmış, elini kolunu bağlayarak bir tarafa oturtmuştu. Kolu kesik adam ise kendi hâlinde yarasıyla uğraşıyordu. Baba Doğan, Kör Mahmut’un atından inmesi uzayınca yanına gelerek “Geçmiş olsun.” dedi. “Göze görünmez kaza işte buna derler. Herifin kılıcını bana yollamasaydın sen de hapı yutacaktın. Fakat şu kabadayıyı neye bıraktın?”

      “Bilmem, ben avradım, diyor! Elim gevşedi, gitti.”

      Baba Doğan, tecrübeli gözleriyle delikanlıyı süzünce, bu sözün doğru olduğuna hükmederek kahkahalarla gülmeye başlamıştı.

      “Tevekkeli…” diyordu. “Kolaylıkla haklanmadılar. İşin içine o parmak karışmış! Elbette sonu böyle olur.”

      İki arkadaş, üç tutsağı uzun uzun söylettiler. Bunların “Voyvoda İbo” çetesi namı altında senelerden beri bu tarafları haraca kesmiş bir harami güruhu olduğu anlaşıldı. Çete reisi, gerçekten kadın olup asıl ismi Rabia imiş.66

      Kör Mahmut’la Baba Doğan, bu yol armağanlarını Edirne subaşısına teslim etmişlerdi. Voyvoda İbo’nun şöhreti hayli yaygın olduğundan subaşı, bizim kahramanları Edirne paşasının huzuruna kadar çıkarmak istedi. Fakat onlar, bu şerefi kabulden imtina etmişlerdi. Subaşı, koca bir vezir ile müşerref olmaktan müstağni görünen bu iki yoldaşı, hayran bakışlarıyla süzerek sebep sormuştu. Baba Doğan kısaca “Ben oturak yeniçeriyim. Vezirler ile işim yok!” demişti.

      Kör Mahmut ise subaşıyı âdeta azarlar gibi “Paşa bizi görüp ne yapacak?” diyordu. “Düşmandan kale mi aldık ki elimizi öpsün? Beline kılıç takıp dağa çıkan bir avradı tutmak sanki hüner midir? Bu işin sözünün edilmesi bile çirkin!”

      Artık, yol boyuna, haramibaşı Rabia’nın o günkü çalımını yâd ede ede gülüşüyorlardı. Kör Mahmut kapamak istedikçe, Baba Doğan onu sinirlendirmek için bahsi tazelerdi. Arada sırada “Bre Mahmut!..” derdi. “Rabia’yı kucağına alıp da yere atışın yok mu? Düldülsüvar Efendimiz’le bir garip pehlivanın hikâyesine benzedi. Bir gün Esedullah Efendimiz, hasmını kavgaya çağırmış. ‘İşte meydan, ya sen ya ben düşeriz. Dava hallolur.’ demiş. Herif meydana çıkar çıkmaz lam cim demeden ilk hamlede yere yıkılmış. Sahib-i Düldül Efendimiz, bu bir yumrukluk hasmının göğsüne oturup kafasını kesecek sırada herif, entarisinin eteklerini kaldırıvermiş. Malum a, o devirlerde don filan da yok. Haydar-ı Kerrar bu biçimsizliği görünce, gözlerini kapayıp mübarek Zülfikâr’ı kınına koymaya mecbur olmuş. ‘Tü, Allah belanı versin!’ diye geri dönmüş. Voyvoda İbo, ‘Avradım.’ der demez sen de apıştın kaldın, değil mi?”

      Ancak İstanbul’a vardıkları gün, bu alaylara nihayet vermişlerdi. Edirnekapısı’ndan, uzun yolculuklarının son menziline girerken sarılıp öpüşmüşlerdi. Baba Doğan, yeniçeri kışlasındaki oturaklar odabaşısından sorulup bulunacaktı. Kör Mahmut da meşhur Kurşunlu Han’da kalacaktı.

      Aynı gün, Hotin’den dönen ordunun ilk müfrezeleri de İstanbul’a girmişti.

***

      İstanbul bir kar yığını hâlini almıştı. Günlerden beri fasılasız yağan kar, bu koca şehri büyük ve acayip manzaralı bir çığ hâline sokmuştu. Bir sene evvel, Üsküdar’dan Sarayburnu’na, Galata’dan İstanbul’a yaya gelmişlerdi. Bir okka ekmek beş akçeye kadar fırlayarak fukaraların dengesini tarumar etmişti. Hele bir okka etin on beş akçeye çıkması, orta hâllileri bile düşündürmüştü. Hayat pahalılığı bu sene de yüz gösterirse İstanbulluların işi berbattı. Herkes bu endişe ile meşguldü. Başta müneccimbaşı olduğu hâlde bütün zayiçeciler, remmaller, duagular, cinciler, tabiatın afetlerini devrin büyüklerinin yolsuzluklarına atfediyorlardı. Türlü türlü rivayetler, hikâyeler ağızdan ağıza yayılıp duruyordu.

      Kör Mahmut sipahi yiğitleri içinde on beş gün kadar vakit geçirir geçirmez İstanbul’da yaman hadiseler gerçekleşeceğini anlamıştı.

      Fakat onun yaradılışında sinsi sinsi işler tertibine garip bir aleyhtarlık vardı. Şu için için kaynayan kazandan uzak kalmak istiyordu. “İstanbul’dan gelecek nimetin Allah belasını versin!” diyordu.

      Sipahiler arasında Tanrıbilmez’i ve arkadaşlarını aramıştı. Onları, on seneden beri görmemişti. İhtiyar bir sipahi, bütün o yiğitlerin kaçınılmaz ecele kurban gittiklerini söylemişti. Tanrıbilmez boğdurulmuş, Genç Mehmet kesilmiş, Dağlar Delisi denize atılmıştı. Yalnız, Ağaçtan