M. Turhan Tan

Cehennemden Selam


Скачать книгу

böyle şeyler olagelir, deme; o gün çok sayılı bir gündür. Çünkü o günden sonra, bizde akıncı kalmadı. Onların kökünü işte o melun kesti. Akıncılar bizim ordunun kolu, kanadı idi. Onlar kesilince bizde de can kalmadı.”

      Kör Mahmut, bu ayrıntılı bilgiden yalnız bir şey anlamıştı: Akıncıların Yerköy’de köklerinin kesilmesi! Bu gezide kahramanlara ait dinlediği menkıbeleri şimdi yeni baştan hatırlamıştı. Ne sipahi ne yeniçeri ne serdar ne hünkâr… Hiçbir ferdin ayak basamadığı yerlere bu akıncıların girdiğini söylüyorlardı. Onlar Nemse ülkesini aşarak Alman diyarına kadar girmişlerdi, hatta bir aralık rimpapanın oturduğu yere bile yaklaşmışlardı.

      Kör Mahmut, Tuna kıyılarından Ratisbon, Nuremberg önlerine kadar Bavyera’yı da talan eden akıncıların coğrafi cevelan noktalarını bilmiyordu. Yalnız onların izlerine, hünkâr tuğlarının bile erişemediğini işittiğinden akıncı namına büyük bir hürmet besliyordu. Son akıncının can verdiği noktadan geçmek, onu büyük bir gama düşürmüştü.

      Kör Mahmut, son bir selam, son bir dua, belki kelimesiz bir mersiye gibi son akıncıların şu sessiz mezarına birkaç damla yaş dökmek istiyordu. Fakat bu yaşlar, kalbinden damla damla kopup birer kıvılcım gibi yine ciğerine damlamıştı.

      Artık sahile geçmişlerdi. Niğbolu’ya gitmek istiyorlardı. Oradaki subaşıyla Baba Doğan, orta yoldaşıydı. Buralardan geçtikçe, yol sapa olsun, doğru düşsün, mutlaka bu arkadaşını ziyaret ederdi. İki arkadaşın birleşmesi; sönmüş, soğumuş gençliklerinin canlanması gibi bir şey olurdu. Her iki arkadaş birbirinin varlıklarında kendi gençliklerini görürlerdi. Harpler, kavgalar, aşklar, sefalı ve cefalı bir sürü hatıralar ki onların yâdı, yakalarına el atmış gibi görünen ölüm tehlikesini bir an için uzaklaştırırdı.

      Niğbolu’daki subaşı, Baba Doğan’ı gördüğüne her zamanki gibi memnun oldu. Kör Mahmut’un hüviyetini ve ne maksatla dolaştığını öğrenince büsbütün neşelendi. Hatta onların yorgunluğunu falan düşünmeden “Diz çök ekmeğe delikanlı.” dedi. “Sana erlik düsturunu ben vereyim: Destursuz meydana atılan çarpılır! Bundan sonra pala sallarken pirim diye koca Boğaç’ı anarsın.62 İşte benim düsturum: Korkma, korkut! Kaçma, kaçırt! Ölme, öldür! Dünya öküzün boynunda durur derler a. İnanma, dünyanın temeli işte, benim verdiğim düsturdur! Şimdi bir de imtihan gerek. Gücüne gitmesin sakın; senden şüphem yok, fakat âdet yerini bulsun diye şöyle haddeden geçireceğiz. Şurada bir manastır var. İçinde kargalar oturuyor, ama şahin yuvası gibi bir şey. Orada bir acuze var ki beni kızdırıp duruyor: Otuz sene evvelki bozgunda serdarın selimiyesiyle seraser63 kaplı kürkünü giyip Niğbolu’da dolaşan kadın! Yahya’nın bacağı, Zekeriya’nın ayağı gibi o kavukla kürkü manastırda saklıyorlar.

      Kadın da her yıl dönümü onları çıkarıp istek edenlere ziyaret ettiriyor. Sen, manastıra çıkacak, o eşyayı alıp geleceksin. Kimsenin burnu kanamayacak! Bu işte kafan, kellen, kolun birlikte işleyecek. Haydi bismillah, yallah!..”

      Bu iş, Kör Mahmut’a çocuk oyunu gibi gelmişti. Tekkede henüz çocukken, cesaret tecrübesi için, böyle oyunlara girişmişti. Cadılı, hortlaklı filan olduğu söylenen mezarlıklara gündüz konulan herhangi bir maddeyi, gece yarısı gider, bulur, alır, getirirdi. Şu manastıra girmek de işte onun gibi bir şeydi. Lakin iki yeniçeri eskisinin yiğitlikle alakadar gördükleri bir işi mühimsemezlik edemezdi.

      Koca Boğaç’tan lazım gelen izahatı aldı. Ertesi gün atına binerek manastır önünde uzun bir cevelan yaptı. Dik bir bayır üstüne yapıştırılmış taş bir kutuya benzeyen bu bina, kolaylıkla girilebilecek yerlerden değildi. Fakat bu zorluk, kendisine uyuşukluk yerine şevk veriyordu. Uzun uzun düşündükten sonra planını kurdu. Hemen o gece beline, ayyarların64 kullandığı türden bir ip merdiven bağlayarak manastır yolunu tuttu.

      Bayırı çıkmak, dibine gelmek uzun sürmemişti. İş, kimseye sezdirmeden içeriye girmekteydi. Kör Mahmut, binanın dört tarafını tekrar tekrar gezerek bir giriş, münasip bir nokta aradı. Her taraf beş altı metre yüksekliğinde kesme taştan ibaretti.

      Yalnız çan kulesi, bir bekçi kafası gibi duvarların üstünden yükselmişti. Kör Mahmut kalenin bu görünen kısmından istifadeyi düşünerek belindeki merdiveni oraya asmaya çalıştı. Hayli zahmetten sonra, merdiven kalenin kenarına takıldı. Bu nokta, bir kere temin olununca kaleye çıkmak, oradan manastırın avlusuna inmek beş dakikalık işti.

      Kör Mahmut’u avluda bir sürü köpek karşıladı. Tekmeyi yiyen köpek, hazin bir harhara çıkararak tekerleniyor, fakat diğerleri daha şiddetli bir gürültü ile saldırılarına devam ediyordu. Bu velvele, manastırın sakinlerini uyandırmıştı. İç yanındaki kulübeden bir bekçi, müteakiben bir sürü adam avluya çıkmışlardı. Ellerinde şamdan, bellerinde ip, yarı sarhoş, yarı ayık Kör Mahmut’la karşılaşan bu adamların toplamı, iki düzineye yakındı. Vaziyeti bir türlü kavrayamadıkları anlaşılıyordu. Çan kulesi mi harekete gelmiş, avluda yürüyordu? Yoksa gökten bir ağaç mı düşmüştü? Alık alık bakınıyorlardı. Yalnız bekçi, alışkanlığa mağlup olarak, faaliyetlerini şiddetlendirmek için köpeklere bir şeyler söylüyordu.

      Kör Mahmut hücumda gecikmedi. İlk eline geçen adamı belinden yakalayarak kaldırdı ve budaklı bir sopa sallar gibi, onunla önüne geleni hırpalamaya başladı. Şamdanlar sönmüş, köpekler susmuş, bütün o yarım yürekli insanlar, birbirini iterek içeriye girmeye acele göstermişti. Soluğu ayin mahallinde alan her şahıs, diz çöküp dua okumaya başlıyordu. Kör Mahmut, bu korkak güruhun aldığı miskin vaziyeti görünce elindeki canlı sopayı da yere bıraktı ve arkadaşları gibi ibadete başlamasını emretti.

      Bu gülünç ve kolay galibiyetten sonra, Kör Mahmut, manastırı dolaşacaktı. Girintisi, çıkıntısı hayli bol olan binanın zerresinden araştırmalara başlamak lazım geleceğini düşünürken, ayin mahalline nazır merdiven başında bir mum parladığını gördü. İhtiyar bir kadın, elinde şamdan, korku ve hayretle, aşağıdaki manzaraya bakıyordu.

      Kör Mahmut’un aradığı artık karşısındaydı. Hemen merdivene koştu, basamakları üçer üçer atlamak suretiyle yukarıya çıkmaya başladı. Kadın, manastır sakinlerine vakitsiz gece ayini yaptıran bu dev cüsse mahlukun kendine doğru yöneldiğini görünce önce afalladı, sonra kaçmaya başladı. Fakat odasına girip kapıyı kapayıncaya kadar Kör Mahmut da yetişmişti. Kadın, manastırdaki çeşit çeşit günahları cezalandırmaya memur, semavi bir ifrite benzeyen bu meçhul heyula önünde diz çöktü. Oraya istisnaen getirilerek kapatıldığını, kendisinin namuslu olduğunu, aşağıdaki günahkâranın günahlarıyla alakası olmadığını ağlaya ağlaya anlatmaya başladı.

      Kör Mahmut kadınla meşgul olmayarak hücreyi gözden geçiriyordu. Köşe rafının üstünde itina ile örtülü bir çekmece gözüne ilişti. Aradığı eşyanın orada bulunduğunu iyice anlayarak derhâl çekmeceyi ittirdi. Bir kuvvetli tekme, kapağın açılmasına kâfi gelmişti: Sırmalı sarıkla selimi kavuk, seraser kaplı kürk gerçekten oradaydı.

      Kör Mahmut, manastırın kutsal emaneti arasına sokulan bu iki parça eşyayı omuzlayarak hemen odadan çıktı. Merdiveni inince bina sakinlerini, bıraktığı vaziyette buldu.

      Herifler harıl harıl ibadet ediyordu.

      Yine geldiği gibi döneceği sırada hatırına bir muziplik geldi. Kaleye çıkarak çanı yerinden kaldırdı ve o ağır nesneyi bir top gibi bayıra doğru fırlatıp attı. Sonra aşağı inerek bekçi odasına girdi. Oradaki anahtar destesini