M. Turhan Tan

Cehennemden Selam


Скачать книгу

kulaklarını da azami ölçüde kullanır. Uzak mesafelerdeki küçük bir pıtırtı temiz kanlı bir atı derhâl ikaz eder. Bir ağaç kümesi, bir gölge, bir pusu, kısacası önüne tesadüf edecek her şeyden at vaktiyle haberdar olur ve sahibine işaret verir.

      Kör Mahmut atının üstünde etrafına bakınarak, bazen nefsiyle hasbihâle dalarak yoluna devam ediyordu. Takip ettiği istikamet dolayısıyla Dinyester Nehri artık görünmez olmuştu. Gökteki yıldızlar oynaşmaktan yorularak yataklarına çekilirmişçesine birer birer siliniyordu. Onların semadan çekilmesi nispetinde de karanlık koyulaşıyordu. Kör Mahmut’un yavaş yavaş uykusu gelmişti; iki geceden beri işte, uyku yüzü görmemişti. Başka zaman bir değil iki gece, belki bir hafta uykusuz kalsa mühimsemezdi. Fakat bir gün evvel, nehri geçmek için akşama kadar çalışmış, köprü kuran ve top çekenlerle birlikte didinmiş, yorgunluk çıkmadan şebhuna uğrayarak saatlerce pala sallamıştı. O yeni yorgunluğun gerisi ise on altı saatten beri at üstünde yürümek olmuştu. Bir köye, bir manastıra, bir ağıla tesadüf edinceye kadar sabretmek, şu çıplak tarlaların ortasında ulu orta yatmak istiyordu. Fakat dakikalar geçtikçe göz kapakları ağırlaşıyordu, gözlerinin önünde garip garip şekiller beliriyordu. Bazen atının başı ayrılıyor, kendisine manalı bir tebessüm göstererek uçmaya başlıyordu. Başsız at yine tıpış tıpış yürüyordu. Bu manzara karşısında, sevgili atının başını ele geçirmek için Kör Mahmut asabi bir telaşa düşüyordu. Bu telaş, kendisini tabii hâline döndürür ve atın başını da yerinde görünce gülümsemeye başlardı. Lakin yarım saat geçmeden yine bu garip halüsinasyonlar [birsam, kömen] başlardı ve mesela karşısında yüz yüz elli basamaklı, geniş kademeli bir merdiven peyda olurdu. Kör Mahmut, yorgun atıyla, bu yüksek ve kaygan merdiveni nasıl çıkacağını endişe ile düşünmeye başlardı. Tam oraya yakınlaşacağı sırada atın gösterdiği hafif bir eğrilme, bu acayip manzarayı yok ederdi.

      Sabaha henüz vakit varken, bir köpek havlaması Kör Mahmut’un uykusunu tamamen dağıtmıştı. Kulaklarını derhâl dikerek, burun deliklerini açarak o havlamaya lakayt kalmadığını gösteren at, Kör Mahmut’un küçük bir işaretiyle sesin geldiği istikamete yönelmişti. Biraz sonra, çitten büyücek bir ağılla biçimsiz bir taş yığınını andıran bir kulübe görünmüştü. Şimdi bir sürü köpek acı acı havlıyor, ağıldaki domuzların da homurtusu dışarı aksediyordu. Bu kulak tırmalayıcı gürültüye rağmen kulübeden bir ses çıkmıyor, orası metruk bir mezar sükûnetiyle kapkaranlık duruyordu.

      Kör Mahmut artık hiddetleniyordu. Bir yabancının geldiği, işte şu gürültüden belliydi. Kulübede kim varsa sesini çıkarması lazım gelmez miydi! Keskin bir sesle bağırdı:

      “Hey, çoban! Ölüm uykusunda mısın? Biraz canlan da boyunu görelim.”

      Kulübe, sükûnetini muhafazada ısrar ediyordu.

      Kör Mahmut, bir kere daha haykırdı:

      “Benden vebal gider ha! Ya açın kapıyı ya açarım! Bana Kör Mahmut derler!”

      Müteakiben attan atlayıp kulübenin kapısına dayandı. Ancak o zamandır ki, kapıdan ziyade büyücek bir deliği andıran yerde bir hareket görüldü. Oradan bir kucak sakal ve mahmurluğu korkuyla karışmış bir çift göz belirdi. Şimdi Kör Mahmut alaya başlamıştı:

      “Elhamdülillah uyandın. Yoksa kulüben mirasçılara kalacaktı. İkimize de geçmiş olsun. Hele dışarı çık, şu atı gezdir, bana da kıvrılacak bir yer göster bakalım.”

      O perişan ve kocaman sakalın bağlı olduğu iri bir vücut, derin bir yerden çıkıyormuş gibi, ağır ağır kapıdan göründü. Üstünde ancak dizlerine kadar gelen bir bez gömlek vardı. Başı açık ve ayakları çıplaktı. Yabancı bir lisanla bir şeyler söylüyordu. Mahmut, homurdanarak “Ben…” diyordu. “Babil Kulesi’nden gelmiyorum. Dinim bir, dilim birdir. Bana Türkçe söyle. Dilimi bilmiyorsan zahmet edip durma. Ben sana meramımı anlatmanın yolunu bilirim.”

      Kulübeden çıkan herif bu sefer Türkçe söylüyordu:

      “Ben anlar, ben anlar. Sen ağa, sen ağa.”

      “Hay Allah razı olsun, tam anladın. Ben ağa, sen paşa! Hele sen şu atı gezdir, teri soğusun. Bana da yol göster.”

      “Buyur biraz.”

      Garip kıyafetli şahsın Türkçesi burada tükenmişti. Gelgelelim Kör Mahmut’u üzmeyerek dediğini yapmıştı. Kendi diliyle çıktığı deliğe bağırınca on dört yaşlarında, yine o kıyafette bir çocuk çıkmıştı. Atı ona verdikten sonra, kendisi Kör Mahmut’u kulübeye sokmuştu.

      Kulübe, bu ılık yaz gecesinde, sanki birkaç soba ile ısıtılmış gibi bunaltıcı bir sıcaklık içinde idi. Bu suhunet,49 aynı zamanda mide bulandırıcı bir ufunetle50 karışıktı. Kulübede pencere değil, küçük bir delik bile bulunmadığı için bu hararet ve bu koku, âdeta maddi bir şekil alıyordu. Ortada ne mum ne çıra ne kandil vardı. Zifirî bir karanlık, kulübeyi kucaklamış gibiydi.

      Kör Mahmut, bu gibi yerleri çok görmüş olmakla beraber, tiksinmekten yine nefsini menedememişti:

      “Vay babam!” diyordu. “Ev değil fışkı murabbası! Heriflerin burnu anadan doğma tıkalı olacak!”

      Kulübe sahibi el yordamıyla bir çıra bularak ateşlemişti. O hafif ve isli ziya, kulübenin kuvvetli siyahlığı arasında veremli bir varlık gösterebiliyordu. Gelgelelim yine bir şeydi, bir ışıktı. Kör Mahmut, biraz o sayede, biraz da gözlerinin karanlığa alışması tesiriyle, artık kulübenin içini görebiliyordu.

      Basık bir dikdörtgen şeklinde olan bu kulübe, yamru yumru taşların gelişigüzel birbiri üstüne konulmasından vücuda gelmişti. Taşlara sıva vurulmadığı için, duvarlarda yer yer kovuklar, haşerelerle dolu bir sürü delikler görülüyordu. Tavan yontulmaksızın, yatay vaziyette duvarlara dayandırılmış sekiz on intizamsız direkten müteşekkildi. Direklerin arası, bol çalı çırpı ile doldurulmuş ve onların üstüne de toprak örtülmüştü.

      Kör Mahmut’un girmesini ve çıranın yanmasını müteakip kulübede birkaç gölge harekete gelmişti. Kedi mi, insan mı, ne olduğu belli olmayan bu gölgeler biraz sonra hakiki renklerini belli etmişlerdi. Bir kadınla üç kız, bir de inek!

      Burası, Basarabyalı bir domuz çobanının kulübesidir.

      Kör Mahmut, etrafına şöyle bir göz gezdirdikten sonra, boş bir un çuvalı bulabildi. Onu altına çekerek, kadın gölgelerinden uzakça bir yere çömeliverdi. Karnı son derece acıkmıştı. Eliyle ev sahibine ağzını göstererek yemek ihtiyacını anlattı, atı için arpa ve saman istedi.

      Yarı un, yarı çamur bir ekmek parçasıyla, hayli miktarda ayrandan oluşan yemek, süratle önüne getirilmişti. Ata da biraz çavdar ve biraz saman bulunmuştu. Artık Kör Mahmut için heybesini koltuğunun altına, palasını koynuna alıp uykuya dalmak sırası gelmişti.

      Yorgun süvari, belki on saat uyuyacaktı, o derece dalgın yatıyordu; lakin yattıktan birkaç saat sonra, yüzünde hararetli, yapışkan, rahatsız edici bir busenin dolaştığını hissetti. İstemeye istemeye gözlerini açtı. Kulübenin koyu karanlığı arasında meçhul, fakat pervasız bir ağız, saçlarını, yüzünü, hatta göğsünü buselerle aralıksız ıslatıyordu. Bu, ihtiraslı aşkın öpüşlerindendi; tahammül edilmez bir sıcaklık, garip bir yapışkanlık vardı; aynı zamanda, kör bir cilde temasıyla husule gelen tahriş edici bir tesir yapıyordu.

      Kör Mahmut, uykuyla uyanıklık arasında, bir an baktı. Siyah bir heyula gibi üzerine eğilip de her tarafını yapışkan bir tükürük tufanına boğan bu cüretkâr kim olabilirdi?