M. Turhan Tan

Cehennemden Selam


Скачать книгу

hayran ağzına baktırabiliyordu.

      Bu gece at üstünde sahneye girişini gördüğümüz şeyh, işte bu adamdı ve şimdi “Rumiye Şeyhi” namıyla yâd olunuyordu. Tebriz’den, Revan’dan, Erzurum’a; Musul’dan, Urfa’dan Van’a kadar koca bir diyarın halkı, ayağına akıp büyük bir muhabbetle adaklarını, sadakalarını, zekâtlarını bu zatın rikabına arz edip duruyordu. Gizlice ve pek geniş mukayesede ticaretle de iştigal ettiği için büyük bir servet yığmıştı. Oralardan sık sık geçen serdarlar, paşalar mutlaka tekkeye gelip şeyhin elini öperler ve duasını alırlardı. Bütün o saydığımız diyar ahalisi, en şüpheli işlerde onun “aziz başına” yemin ederlerdi!..

      Bugünkü genç nesil, hele bundan sonra gelecek ve yetişecek bahtiyar nesiller, tekke ve şeyh isimlerini ancak tarih kitaplarında göreceklerdir. Tarih, ne kadar hak sözlü olursa olsun tekke hayatının mübarek Türk yurdunda oynadığı meşum rolü gelecek nesillere itiraf ederek anlatamayacaktır. Biz ki o hayatın son günlerine şahit olduk. Ve biz ki bu nimete ermezden evvel ne yaman bir izlal35 ve iğfal şebekesi olduğunu yakından gördük. Şahit olduklarımızı ve gördüklerimizi yeni nesile intikal ettirmek mecburiyetindeyiz. Bu mecburiyeti tanımak, tekke hayatını kökünden söken vatanperverlere karşı bir nevi iyiliğe teşekkür ve aynı zamanda tarihe bir hizmettir.

      Tekkeler, malum olduğu üzere, tarikat teşkilatında birer merkezdir. Her tarikat, siyasi bir dağılmanın neticesidir. Orta Çağ’da, Doğu’nun geçirdiği siyasi buhranlar sayısızdır. Sık sık vukuya gelen yönetim değişiklikleri, birbirini takip eden istilalar, bütün Yakın Doğu üstünde bir kararsızlık havası yaratmıştı ve hava, tam on asır, Doğu’nun her noktasında yüzlerce tarikat zuhuruna sebep oldu.

      Bütün tarikat kurucuları, gizli bir siyasi ihtiras ile harekete geçen kimselerdi. Bu kişiler, zemin ve zamanı, ellerindeki vasıtaları müsait gördükçe tabi oldukları hükûmetlere karşı isyan etmekte tereddüt etmediler. İran’da Safeviye, Uzak Batı’da Muvahhidin hükûmetleri, hükümdar tahtına dönüşmüş birer şeyh postundan başka bir şey değildi.

      Bu neticeyi, sebeplerden bir sebep olduğu için elde edemeyen tarikat kurucularıyla halifeleri, derisini değiştiren yılan gibi, hedeflerinden dönmeyi becerebilmişlerdi ve manevi bir saltanatın sınırlarıyla çarnaçar yetinmişlerdi. Hükûmet kuvvetleriyle alenen mücadeleden uzak duran bu tarikatlardır ki “tarik-i aliye” namıyla yâd olunur. Karamita, Haşaşin gibi dinî akidelerini siyasi emellerle bilfiil mezceden tarikatlar, sapkın fırka unvanıyla, elimizdeki tarih kitaplarında aşağılanmaya hedef olup gider!

      Tarik-i aliyenin özellikle Türk topraklarındaki vaziyeti üzerinde düşünmeye değerdir. Birçoğu okuma yazma bilmeyen şeyhler, asırlarca bu mübarek toprak üstünde hükümdarcasına bir hayat geçirmişlerdir.

      Her tekke, tam manasıyla bir ağ idi. Onun ruhani itikatlardan dokunan ince ince telleri geniş ve amansız bir şebeke teşkil ederdi. Şeyhler, işte bu şebekenin tam ortasında oturur, doymak bilmez bir örümceğin zulmetme hırsıyla devamlı işler ve işlerdi.

      Şeyhlerin dipsiz bir kuyudan daha tamahkâr, daha kanaat etmez mideleri vardı. Postlarının üstünde “el-kanaatü kenzün layüfna”, “azze men kanaa zellemen zamaa” gibi insanları tamahkârlıktan sakındıracak ve kanaat yoluna şevklendirecek levhalar asılı bulunurdu. Fakat kendileri, kara bir sülük gibi, ümmet vicdanına yapışarak halkın, bazen ırzına kadar, her şeyini emerlerdi.

      Bu örümcek ağlarında, düşünme gücünden başlayarak maddi ve manevi bütün varlıklarını emdiren ve bütün günlerini, kanı emilmiş bir sinek gibi cansız ve duygusuz geçiren bedbahtlar, insaflıca düşünülürse mazur idi. Müebbet meçhulün, ölümden sonrasının her insan şuurunda yaptığı zelzele, o asırlar halkının da tabiatlarını sarsıyordu. Bu sarsıntıları dindirecek bir işaret, fen namına bir teselli maalesef yoktu. Din uleması denilen “anlayışı kıt güruh” devamlı olarak perişan edici musibetleri yâd edip duruyorlardı.

      İdarenin can bezdiren zulümleriyle içi kan ağlayanlar, sığınmak, biraz teselli bulmak için Hüda’nın mabedinden başka nereye gidebilirlerdi?

      Hâlbuki oralarda yalnız ve yalnız kabir korkusundan, cehennemin gazabından, yanmaktan ve yakılmaktan bahsolunuyordu. Bazen cennetten ve oradaki zevkler ve hazlardan bahsolunsa bile Sırat’ı selametle geçip Firdevs-i Âlâ’ya girmek için o kadar ağır şartlar anlatılırdı ki vaazları dinleyenlerden yüzde doksan dokuzu o saadete erebilmek ümidini, gayriihtiyari kaybederlerdi.

      İşte bu ruhi vaziyette şeyhler imdada yetişirdi. Onlar, ahiretin hâllerini hiç kale almayarak özellikle dünya elemlerine sabır ve tahammül etmeyi öğretirlerdi. Vahimesi36 perişan, vicdanı mütereddit, içtimai yaşayış tarzı kederle dolu insanlar için tekkeler bir sığınak oluyordu.37

      Tekkelerin aç mideleri tatmin etmeleri, yersizlere yatacak yer göstermeleri, oralarda görülen toplaşmanın ayrıca ve pek kuvvetli etkenlerinden biridir.

      Mescitlerde bu hususiyet yoktu ve ulema efendiler yalnız almayı düşünüyorlardı.

      Zarifler gibi, o devrin kuvvetlileri de tekkelere kapılmaktan geri kalamazlardı, çünkü bugün güçlü olan, yarın pek kolaylıkla zaaf ve zillete uğrayabilirdi. Bir el koyma fermanı, en zengin aileleri bir an içinde sefil ve zelil ederdi, aynı zamanda o vakitlerin kibar ve ileri gelenleri de tefekkür kabiliyeti ve aydınlanma kudreti itibarıyla avamdan farksızdı. En sonunda skolastik bir terbiyeden başka ortada bir şey yoktu. Bu terbiyenin en birinci semeresi ise vicdanlara batılın tahakküm etmesinden ibaretti. Hele bazı şeyhlerin, “rütbe ve makamların verilmesi”, “cezaların hafifletilmesi veya yüksek tutulması” gibi işlerde ve genel olarak hükûmet muamelelerinde nüfuz kullanabilmeleri, ileri gelenleri ve kibarı tekke kapılarına tamamen yürekten bağlardı.

      Bir romanda ayrıntılarıyla anlatması uygun düşmeyen daha bir sürü toplumsal sebepler, bu örümcek ağlarını memlekette yaşatıyordu. Avam, tekkelerden benliklerine sükûn ve teselli sirayet ettiğini kuruntulardı. Bu mühim mazhariyetin bedelini ödemekte tabii olarak cimri davranmazdı. Zenginler sınıfı, bir şeyhin elini öpmekle, her şeyden evvel dindarlıktaki üstünlüklerini halka göstermiş oluyordu. Yalnız bu fayda için dahi şeyh efendiye bir cizye arz etmekte cimrilik edemezdi! İşte, hep bir yola çıkan bu düşünceler, tekkeler için bitmek tükenmek bilmeyen bir gelir kaynağı olurdu.

      Şeyhlerin içinde cin fikirli olanları tabii olarak eksik değildi. O gibiler, kendi ayinlerine diğerlerinden ayrı ve yeni renkler vererek halkın rağbetini tarikatları lehine çevirmeyi ihmal etmemişlerdi.

      İnsanların ruhi durumunu çok iyi bilen bu adamlar gitgide ayinleri küçük bir seyir sahnesi hâline getirmişlerdi. Bu sahnede dekor değişmez, piyes de aynı piyestir. Fakat bu düzene rağmen halkın arzusunu zapt eden etkenler eksik bırakılmamış; şehevi bükülüp eğrilmeler, gıcıklayıcı temaslar, dudak dudağa gibi vaziyetler, bazı ayinlere pervasızca dâhil edilmişti.

      İsmailiye veya Batıniye namı verilen mezhebin kurucusu, müritlerine bazen uyuşturucu bir madde içirerek kendilerini uyutur ve onları uyku hâlinde, bilmedikleri ve görmedikleri bir bahçeye naklettirirdi. Latif çağlayanlar, zarif heyecanlar, gönül aldatan ağaçlar, rengin çiçekler içinde gözlerini açan dervişler, ilk önce rüya gördüklerini zannederlerdi. Fakat suların nağmesi, kuşların cıvıltısı, çiçeklerin kokusu bu seyirin rüya olmadığını kendilerine hissettirince nasıl olup da bu ruha canlılık katan yere geldiklerini hayretle düşünmeye dalarlardı. O sırada ağaçlar arasından, yarı çıplak kızlar zuhur eder ve dertli dervişlere “Burası cennet! Siz de şeyh-i ekberin misafirisiniz!” derlerdi.

      Huri rolü oynayan bu kızların